Yaşamın pratiğinde her şey somutlaşır
Ne varsa sokaktaki devinimde vardır. Aranan ilham sokaktadır. Sokağı, içinde bulunduğu toplumun yaşamını bilinçli ve sorgulayıcı bir şekilde gözlemlemeyi öğrenen birisi, ömür boyu öğrenmenin sırrını yakalamıştır.
Soyut olan ne varsa somutlaşır orada. Yoksullar roman kahramanı değildir mesela. Belki her gün aynı yolu arşınladığın insanlardır. Bakmasını bilirsen artık yoksulluk somut bir şeye dönüşür, onu görmeyi öğrenirsin. Sağlamcılık da öyle. Yani bilinç aslında çevreni öğrenmenin ve hayatın sırrının da sır olmadığını anlamanın yolunu açar.
Çocuk yaşlarımda bunu kısmen keşfetmişim. Keşfettiğimi anlamadan tabii. Ahmed Arif’in “Adiloş Bebe” şiirini kendi sesinden dinlediğimde, aslında yaşanan hayatın şairin elinde mayalanarak şiire dönüştüğünü anlamıştım çocuk aklımla. Aynı dönemlerde okuduğum Muzaffer İzgü’nün “Zıkkımın Kökü” kitabı bu düşüncemi pekiştirmemde etkili olmuştu. Kendisini anlatmıştı yazar aslında; yetiştiği ortamı.
Kentin çeperine itilmiş mahallelerden birinde oturuyorduk. Her sabah en yakın otobüs durağına ulaşmak için 1 km yol yürüyen, akşamları tek eğlencesi mahallede volta atmak olan, sebze satan aracın önünde sıra kavgasına girip aylarca küsen… Bizlere benziyordu okuduğum kitap ve şiirlerdeki insanlar. Edebiyatı göklerden indirmiştim kısacası. Tabii bunları edebi bir üretime çevirememiş olsam da hayatı anlayarak yaşamayı öğrendim kısmen de olsa. Bu hayata bakışımı ve politik duruşumu da temellendirecekti ileride.
Bu cumartesi benzer bir gözlem sonucunda yoksulluğun da sağlamcılığında günlük hayatta nasıl somutlaştığını gözlemledim. Maalesef sakatlar arasında bile sağlamcılık kavramını kullanmak elitizm ve toplumdan kopuk olmak gibi suçlamalara neden oluyor. Oysa sağlamcılığı üreten sistemin kendisi. Ben bunun çok somut bir örneğini gözlemledim bu cumartesi günü. Hem yoksulluk somuttu, hem sağlamcılık. Hem de el ele ilerliyorlardı.
Cumartesi günü, enstrümanlarını çaldığım ve yönettiğim İlmek Müzik Topluluğuyla Ankara Tuzluçayır’daki Sivas katliamı anmasında ezgilerimizi seslendirecektik. Bilen bilir, Tuzluçayır’da kronik bir ulaşım sorunu vardır. Onu bildiğimiz için, normalde 20 dakika da gideceğimiz otobüs yerine neredeyse tüm Ankara’yı dolaşan, yolu yaklaşık 1 saate çıkaran otobüsü seçtik. Oturarak yolculuk yapmak için tabii. İstanbul’da yaşayanların da yabancı olmadığı bir durum. Yolculuk sırasında arkadaşım geçtiğimiz yerleri betimliyor bana.
Ulus’taki Roma müzesinin önünden geçerken, burayı çok merak ettiğimi ve Roma tarihini anlatan kitaplarda gördüğümü söylüyorum. Oradan müze erişilebilirliğine geliyor söz. Müzelerin çoğunun körler için erişilebilir olmadığını söyleyerek müze merakımı dizginlediğimi söylüyorum arkadaşıma. Sonra söz klasik arabalara geliyor ve en sonunda yine kitaplarda buluşuyoruz. “Zıkkımın Kökü” kitabına geliyor söz. Orada yoksulluğun betimlenişinin mizahi yönünün çok etkileyici olduğunu söylüyorum. Tam o arada, güler misin ağlar mısın dedirtecek bir diyalog başlıyor.
Bir kadın biniyor otobüse. Engelli olduğunu söyleyerek arkadaşımdan yer istiyor. Arkadaşım kalkıyor. Karşımızda da iki teyze oturuyor. Yanıma oturan kişi teyzelerle sohbet etmeye başlıyor ve bütün hayatlarını öğrenmiş oluyorum. Yanımdaki kadının ineceği sırada başka bir teyze biniyor ve “engelliyim” diye yer istiyor. Yanımdaki kadın kalkıyor ve teyze yanıma oturuyor. Zaten her şey ondan sonra başlıyor.
Karşımızda oturanlar, benim çok alışık olduğum bir tarz ve özgüvenle konuya dalıyor. “Engellisin ama kocaman çanta taşıyorsun” diyorlar. Teyze duymamış gibi yapıyor. Sağlamcı özgüveniyle teyze yanıt verene kadar benzer cümleleri yineliyorlar. Çünkü engelliler engelli olmayanların merak duygusunu tatmin etmek mecburiyetinde!
En sonunda teyze “Pazardan geliyorum, pazarda satış yapıyorum” diyor. “O çok ağır, onu nasıl taşıyorsun?” diye sorularını derinleştiriyorlar. “Çalışmam gerekiyor, yoksa geçinemem” diyor teyze. Bu yanıtı “engelli raporu niye almıyorsun?” sorusu izliyor. Soru diyoruz ama sorudan çok bir yargı içeriyor bu cümleler. Engelli birisi rapor almayı düşünemez, o yüzden böyle bir akıl vermeye ihtiyaç duyarlar! Teyze yanıtlıyor: “Raporum var.”
Tetikte bekleyen karşıdakiler “O zaman devlet sana maaş verir” diyorlar. Teyze ise “Annemden kalan maaşın yarısını alıyorum. Eğer devletten engelli maaşına başvurursam bunu keserler. İkisi aşağı yukarı aynı paraya geliyor.” diyor.
Jet hızıyla “Senin kimsen yok mu? Sana baksınlar.” sorusu geliyor. Çünkü engelliler eşitler arası bir diyaloğun parçası olmadığı için onlara her tür hadsiz soru sorulabilir. Teyze felsefi bir cevapla karşılık veriyor. “Ben herkese baktım zamanında ama kimsem yok. İnsanın kimsesi olmaz zaten” diyor.
İneceğim durağa geliyoruz ve zihnimde duyduğum diyalogun ağırlığıyla iniyorum. Yoksulluk elle dokunulacak kadar somuttu. Sağlamcılık da öyle. Sağlamcılıkla yoksulluğun ilişkisi de gayet somuttu. Kaç yaşında çalışmak zorunda kalan bir insan, üzerine yargı içeren sorularla karşılaşıyor. Bunu bir kere yaşamadığından da eminim. Teyzeye o soruyu soranların da zerre kötü niyet taşımadığından eminim. Hatta üzüldükleri için soruyorlardır. Burada vurgulamak istediğim onlar değil zaten. Sorular için onları da suçlamıyorum. Sadece yıllarca emek veren insanlara yoksulluğun reva görülmesini hazmedemiyorum. İnsanlar zor koşullarda olsa da olmasa da sırf yeti çeşitlilikleri nedeniyle yargılayan sorulara maruz bırakılmasını hazmedemiyorum.
Ahmed Arif’in o meşhur dizelerini hatırlıyorum: “Düşün uzay çağında bir ayağımız. Ham çarık kıl çorapta olsa da biri.”
Sonra halk olduğumuzu hatırlıyorum. Sahneye çıktığımızda, idolüm olarak gördüğüm Hasret Gültekin’in bir türküsüyle başlıyoruz. Hasretin özlemiyle ve halk olduğumuzun sarsılmaz bilinciyle dokunuyorum tellere. “Derman sendedir”
(BS/HA)
Staj yerindeki ilk sabahım oldukça kaotikti; çünkü bir ay boyunca kullanacağım otobüs hattını, stajın başlayacağı sabah denemeye karar verdim . İstanbul gibi yabancısı olduğum bir şehirde bu, bence oldukça büyük bir riskti ama artık almıştım bu riski. Neyse ki, düşündüğümün aksine trafik beni çok üzmedi ve ofise zamanında varmayı başardım.
Stajımın ilk haftası, büyük ölçüde haber yazma sürecini öğrenmekle geçti. Bu süreçte, haber yazmanın ne kadar zor ve çok katmanlı bir iş olduğunu yakından görmüş oldum. Uygun bir haber konusu bulmak, gerekli tüm bilgileri uzun uzun araştırmak, benzer haberleri tarayıp bilgileri derlemek… Hepsi başlı başına çok fazla........
© Bianet
