İngiliz İstihbaratı, Teşkilat-ı Mahsusa ve Mustafa Kemal
On dokuzun yüzyılın ikinci yarsısında İngiltere ve Fransa arasındaki emperyalizm ve sömürgecilik rekabeti Afrika’da 1898’deki Faşoda krizi ile İngiltere lehine çözülmüştü. İki ülke Uzak Doğu’daki rekabete de 1904’te Dostluk Anlaşması (Entente Cordiale) ile ittifak yaparak son vermişti. Bunlar Osmanlı için iyi haberler değildi. 1905’de Rusların Japonya ile savaşı kaybetmesi ile birlikte üç ülke artık yeni paylaşım sahası olarak yüzlerini Osmanlı topraklarına dönmüşlerdi.
Kırım Savaşı’nda (1856) Osmanlı’nın çökmekte olduğuna kanaat eden İngilizler, artık desteği kesmişlerdi. Ancak, rakipleri Almanlar ile yakınlaşmamızı istemiyorlardı. Nitekim Birinci Dünya Savaşı öncesi defalarca müttefik olma talebimizi reddettiler. Ortadoğu’da petrolü ilk bulan Almanlardı ama Britanya istihbaratı 1905 yılına gelindiğinde petrolün stratejik önemini anlamıştı.
İstihbarat kavramı sistematik bir şekilde ortaya çıkmadan önce casusluk vardı. Casusluğun modernize edilmesiyle ve profesyonelleşmesiyle istihbarat ortaya çıkmıştır. Casusluğun bir meslek olmuştu ve en çok sanayi casusluğu revaçta idi. Orduların silahları ağırdı ve bir Fransızın Uzak Doğu’dan getirdiği alüminyum tabakların hafifliği en önemli casusluk gayretlerinden biri olmuştu.
On dokuzuncu yüzyılın en büyük casusluk savaşı İngilizler ve Ruslar arasında Asya’nın derinliklerinde yaşanan Büyük Oyun oldu. Rudyard Kipling tarafından tanıtılan 19. yüzyıldaki casusluk savaşlarının ilki, Orta Asya’nın kontrolü için Rusya ve İngiltere arasında yapılmıştı. 1910’larda Bağdat Demiryolunun inşası için bir yanda Almanlar gezinirken, diğer tarafta İngilizler kazılar ve araştırmalar yapmaktaydı. İngiliz istihbaratı, bankacılık, gemicilik, sanayi ve ülkenin diğer güçlerini bir araya getiren masonluk benzeri bir ağ işlevi gördü.
Hindistan’da başta İslamcı akımlar üzerinde uzmanlaşan İngilizler, Cemalettin Afgani gibi ideologlar yanında Osmanlı’nın her yerine din adamı kılığında casuslar gönderip, tarikatları ve cemaatleri kontrol altına aldılar. Ortadoğu için hazırlanan ekip içinde en çok bilinenleri arkeolog görüntüsü altında 1910 yılında Suriye sınırındaki Cerablus’a gelen David Bogarth ve ekibindeki Thomas Lawrence ve Gertrude Bell idi.
Birinci Dünya Savaşı, bilimle istihbaratı birbirine bağladı. Komutanlar için istihbarat kaynakları arasına sinyal ve görüntü istihbaratı da katıldı. Ortadoğu’da İngiliz istihbaratı ile Teşkilat-ı Mahsusa arasındaki mücadele ise tarihin ilk modern istihbarat savaşı oldu. İkinci Dünya Savaşı’nda ise teknik vasıtaların istihbarat amaçlı kullanılması anlamına gelen Bilimsel İstihbarat kavramı ortaya çıktı. 1948 yılında CIA içinde İstihbarat Analiz bölümünün kurulması ile istihbarat bilim haline geldi.
1908’de İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne bağlı, Jön Türkler denilen Osmanlı Subayları, Abdülhamit’e baskı yaparak II. Meşruiyetin ilan edilmesini ve Meclis’in açılmasını sağlamışlardı. Jön Türkler, Kanun-i Esasi’nin tekrar geçerli kılınmasıyla imparatorluğun Tanzimat ile başlayan ideallerine döneceğine inanıyorlardı. 1909’da bir karşı darbe ile Kanun-i Esasi’nin getirdikleri iptal edilmek istendi ama ittihatçılar Selanik’teki askeri birlikleri İstanbul’a gönderince, yorgun Abdülhamit bir trene bindirilip Selanik’e sürgüne gönderildi.
İttihatçılar içinde de pek çok hizip vardı ama aralarından askeri kanattan Enver ve Cemal ile sivil Talat, tahtın gerisindeki esas güç olarak öne çıktılar. Enver Paşa Almanlara, Cemal Paşa Fransızlara, Talat Paşa ise İngilizlere yakındı. Üç paşanın her birinin kendilerine sadık, şahsi istihbarat örgütleri vardı. Bunlar, Dâhiliye Nezareti’nin (İçişleri Bakanlığı) güvenlik birimi ve Osmanlı Genelkurmayı’nın istihbarat şubeleri ile bir arada idiler. Enver Paşa’nın özel gücü olan Teşkilat-ı Mahsusa’nın kuruluş tarihi 17 Kasım 1913 olarak gösterilse de 1911’de Trablusgarp’ta rol aldığını biliyoruz.
Her üç paşa da, savaş günlerinde işlemiş oldukları söylenen suçlardan sanık olarak tutuklanmak için Bağlaşıklarca ve İstanbul’da kurulan yeni yönetimce aranıyordu. 13 Kasım 1918’in kasvetli sabahında Batılı savaş gemileri İstanbul’a girdiği sırada Enver, Cemal ve Talat üçlüsü bir Alman denizaltısı ile ülkeyi terk etti. O gün İstanbul’a dönen Mustafa Kemal’in tarih sahnesinde yerini alma zamanı gelmişti. Üç yıl önce Gelibolu’da cephe komutanı iken bu şehri kurtarmak için ölümüne savaşmıştı.
İttihatçı Enver Paşa, Türkiye’yi işgal eden düşmanlara karşı Anadolu’nun ortasında ulusal direniş ve Kurtuluş Savaşı başlatan Mustafa Kemal ve yanındakilere kafa tutacak; onların bu yolda kazanacaktan saygınlığa ortak çıkmaya, dahası, bu saygınlığı bizzat kendisine mal etmeye çalışacaktı. Enver Paşa, büyük hayaller peşinde idi; İngiltere ile işbirliği yaparak, Orta Asya’daki Müslümanları Bolşeviklerin boyunduruğundan kurtarmayı; bu olmazsa, Bolşeviklerle birleşecek, Afrika ve Asya’daki Müslümanları İngiliz ve Fransızlardan özgürlüğe kavuşturmayı düşlüyordu.
Talât ve Cemal Paşalar, Ermeni katillerin kurşunlarına kurban gidecek; Enver Paşa ise, Buhara’da, Müslüman “Basmacı” İhtilâlcilerinin önderi olarak Ruslara karşı savaşırken, vurularak öldürülecekti. Mustafa Kemal’in Saraycı paşalardan farkı zamanla ortaya çıkar. Nitekim Atatürk’ün yanında Kurtuluş Savaşı boyunca en yakınında olan ve hala padişah ile görüşen paşalar ile olan husumetin ana nedeni saltanatın ve hilafetin kaldırılarak yerine Cumhuriyet rejiminin kurulması ve kişisel ihtirasları idi.
Enver Paşa’nın kurduğu Teşkilat-ı Mahsusa bugün de gizemini korumaktadır. Birinci Dünya Savaşı öncesinde kısa ömürlü Batı Trakya Cumhuriyeti’nin kurulmasından Kuzey Afrika’da silahlı gruplar oluşturulmasına, Kafkas Ortadoğu ve Hint coğrafyasına kadar pek çok stratejik misyon üstlenmişti. Teşkilât-ı Mahsusa’nın başkanı Irak’ta Yarbay Süleyman Askeri Bey ile Hicaz’daki Mümtaz Bey ve Eşref Kuşçubaşı’nın gayretleri İngilizlerle yarışacak niteliktedir. Bu makalede anlatacağımız hikâye, çok ilginç ve bir o kadar da acıklı.
Batılı servislerin azınlıkları kullanmaları nedeniyle İstanbul’da ajanları olmalarına karşılık, Osmanlı İmparatorluğu’nun en zayıf yanı olan Arap Yarımadası’nda gerek coğrafi konumu gerekse dini farklılıklar nedeni ile en zor sızılan kısmı olmalıydı. Ama savaş başlayınca öyle olmadı. Birinci Dünya Savaşı’nda Ortadoğu’daki durum İngiliz istihbaratı için çok elverişli idi. Yerel halktan, göçmenler, savaş esirleri kadar Osmanlı Ordusundaki Arap subaylar da oldukça fazla bir insan istihbaratı kaynağı oluşturmaktaydı. İnsan istihbaratı, İngiliz istihbaratına Osmanlı Ordusunun durumu ve kuvvetlerinin yerleri hakkında önemli bilgiler sağladı.
Kasım 1914’de Osmanlı’nın Almanya ve Avusturya-Macaristan yanında savaşa girme kararından sonra Mısır’daki istihbaratçılar, Suriye ve Arabistan’daki Osmanlı Arap milliyetçi grupları ile müttefik olma çalışmalarına başladı. Bu grupların temsilcileri zaten İngilizlere destek istemek için yanaşmışlardı. 1915 yılı içerisinde İngilizler Osmanlı ordusundan ele geçirdikleri Türk, Rum ve Çerkez kökenli esirleri Mısır’da toplayarak bunlar arasından kendilerine meyilli olanlardan istihbarat temin ettiler. Diğer bir grubu İngiliz ordularına sığınanlar oluşturmaktaydı. Başka bir kaynak da Osmanlı Devleti’nden Avrupa ve Amerika’ya giden göçmenlerdi.
Birinci Dünya Savaşı’nın çok öncesinde Ortadoğu’da arkeolog görüntüsü altında birlikte kazı çalışmalarına katılmaktaydı. O dönemde İngiliz akademik dünyasında Doğu bölgeleri üzerine çalışmaların öncülüğünü Sir David George Hogarth’ın başkanlığını yaptığı Londra Üniversitesi Doğu Bilimleri Enstitüsü yapmaktadır.
Hogarth, deniz istihbaratına çalışmakta ve Araplar üzerine uzmandır. Onun yanındaki Profesör Denison Rose, askeri istihbarat başkanının danışmanıdır ve Gertrude Bell’i de işe o almıştır. Hogarth, Lawrence’ı keşfetmiştir. Akademik dünya içindeki Amiral William Blinker Hall ise savaş esnasında istihbaratın başına geçecektir.
Alman ajanları ise Alman Doğu Araştırmaları Enstitüsü’nden (Deutche Orient Gesellschaft) gelmektedir. Dicle ve Fırat civarına yerleşen Alman arkeologlar Albay Kont von Gleichen tarafından yönlendirilmektedir.
İngiliz ajanlara Ortadoğu için verilen ilk görev, Almanların 1903’de döşemeye başladığı Berlin-Bağdat demiryolunu engellemekti. Bu yüzden, Bell ve Lawrence önce 1910 yılında Cerablus’taki Hitit kalıntıları üzerinde çalışmak için bir araya geldiler.
Onların hocası görüntüsündeki David G. Hogarth da bir akademisyen kimliğine rağmen, sahada yürütülen istihbaratın lideri ve 1916’da İngiliz istihbaratının koordinesi için kurulan Arap Bürosu’nda Direktör Yardımcısı olarak görev alacaklardan biriydi.
Bir bütün olarak bakıldığında ikisi İngiliz, ikisi Osmanlı içinden subay dört ajanın rolünün Ortadoğu’nun şekillenmesinde etkili olduğu söylenebilir. Bunlardan;
- Thomas Edward Lawrence; Birinci Dünya Savaşı öncesi, Osmanlı coğrafyasının haritasını çıkardı ve etnik yapıyı tespit etti. 1916’dan itibaren ise Arap çeteler ile birlikte Osmanlıya yönelik gerilla faaliyetlerini yönetti.
- Gertrude M. L. Bell; Ortadoğu’da Osmanlı’ya karşı İngiliz saflarında çalışabilecek Arap kabileleri tek tek rapor etti. Savaş sonrası Irak’ı kuran, sınırlarını cetvelle çizen ve yarattığı Irak’ın kralını bile bizzat kendisi tayin eden bir İngiliz ajanıydı.
- Muhammed Şerif El Faruki; Çanakkale’de İngiliz hatlarına geçen Arap kökenli bir Osmanlı subayı olan El-Faruki, İngilizler ve Araplar arasındaki görüşmelerde, Şerif ve Yüksek Komiser McMahon arasındaki........© ABC Gazetesi
visit website