ABD & Türkiye ilişkilerini doğru okumak (ABD’nin müttefiklik anlayışı)
Soğuk Savaş’ın başlaması ile birlikte Avrupa’da hangi ülkelerin Batı ya da Sovyet kampında kalacağına ilişkin yoğun bir mücadele vardı. Sovyetler, NATO’nun varlığı ve üslerini en büyük düşman belirlemişti. Arka planda KGB, ülke yönetimlerine sızıyor, Sovyet ordusu da işareti alınca Çekoslovakya, Macaristan gibi ülkelere dalıyordu. Türkiye, Yunanistan ve İtalya gibi ülkelerin durumu daha kritikti. Sovyetler, Batılı ülkelerin gayretlerine karşı Gladyo hikâyesini uydurmuşlardı. Sovyetler, 28 Şubat 1945 akşamı Moskova Büyükelçimizi çağırarak Türkiye’den Kars, Ardahan ve İstanbul’da üs istediler. Ankara, hemen yönünü ABD’ye çevirerek güvenliğimizi sağlayacak güç dengesi için Batı kampını seçti ve NATO üyesi olmamız kolay olmadı. Sovyet tehdidini bizim için yeni değildi. Stalin, 1933 yılında da aynı isteklerle gelmişti[1].
1952’den itibaren NATO’nun üyesi olan Türkiye, Soğuk Savaş süresince NATO’nun güney kanadında 610 km.lik Sovyet sınırının savunulmasında kritik bir rol aldı. Bu dönemde, Türkiye, özellikle ABD’nin desteğiyle, gittikçe artan Sovyet tehdidine karşı NATO’nun savunma şemsiyesi altında kendine güven bulabildi. Yaklaşık 70 yıldır, NATO'ya üyelik, Türkiye'nin savunma politikasının temel taşı olmuştur. Türkiye, ittifakın koruyucu şemsiyesinden yararlanırken, kendi adına da, Batı dünyasının ortak savunmasına ve bölgenin güvenliğine önemli bir katkı sağlamıştır. NATO üyeliği kapsamında Türk ordusunun modernizasyonuna yönelik kapsamında sağlanan savunma teknolojileri, araç silah ve teçhizat yanında; ABD, en az iki kez muhtemel bir Türk-Yunan Savaşı’nı engellemiştir.
NATO’da işleyiş ittifak çıkarları çerçevesinde başat ülkesi ABD’nin çizdiği yönde yürür. Ancak, kararlar oybirliği ile alınır ve Türkiye’nin de olduğu gibi her ülkenin beğenmediği bir kararı veto hakkı vardır[2]. NATO iddia edildiği gibi bir emperyalizm mekanizması değil, ciddi ve sağlam bir ittifaktır. Üye ülkelerin ittifakın genel istikameti çerçevesinde kararlara katılımı beklenir ve bu amaçla alınacak kararlar için sağlam bir istişare mekanizması vardır. Soğuk Savaş döneminde bu istikamet Sovyet Komünizminin yayılmasını önlemek ve Rusların bir NATO üyesine saldırmasını caydırmak üzerineydi. Soğuk Savaş sonrasında düşmanını kaybeden NATO, 2014 yılında Rusların Ukrayna’yı işgali ile eski düşmanına kavuştu. Buna birkaç yıl evvel Çin eklendi.
Türkiye’ye gelince, 1950’lerde yani Adnan Menderes döneminde, Sovyet tehlikesini savuştururken, NATO üyeliği ve ABD dostluğunu abarttık. “Küçük Amerika” peşinde ülkenin dönüştürülmesi için tüm kapılarımızı açtık ve kendi çıkarımızı olmayan işlerle meşgul edildik. Türkiye’de anti-Amerikancılığın başlangıcı için kırılma noktası 1964 yılındaki Johnson mektubu oldu. ABD’nin hedefinde Komünizm tehlikesi vardı ve 1960 Anayasası ile birlikte Türkiye’de Sol canlanmıştı. Soğuk Savaş solcularının 1960’lardan kalma Sovyet dezenformasyonun ürünü olan;
- NATO’ya hayır,
- Kahrolsun Amerikan emperyalizmi,
- Gladyo,
- Kontr-gerilla gibi söylemler o günlerden beri devam ediyor.
Hala içimizdeki Soğuk Savaş dönemi Solcularının, eski Rusçu ve Maocu artıklarının, sözde Atlantik karşıtı Avrasyacıların dezenformasyonuna maruz kalıyoruz. Kendine “Türk Solu” bile diyemeyen, Türklüğü “ırkçılık ve “faşizm” olarak niteleyen ama mesele “Kürtçülük” olunca “halkların kardeşliği”nden bahseden bu kesimler yüzünden ülkemizde Sol hep sığ kaldı, kendini yenileyemedi. Tabii ki tüm Sol kesimleri aynı kefeye koymuyoruz, Atatürkçü olanları ve gerçekten bağımsız Türkiye’yi savunan Türk Sol’unu ayırt ediyoruz. Ancak, eski Sol’un ülkeye vereceği bir şey yok. Çünkü uluslararası ilişkiler böyle yürümüyor. 1849 yılımda Doğu Türkistan, Nepal, İç Moğolistan ve Mançurya’yı işgal eden Mao’nun Çin’i ya da iki yüzyıldır milletler hapishanesi olan Rusya’yı emperyalist kabul etmeyen, Türk milliyetçilerini “faşist” olarak gören zihniyet, bugünün Türk medyasında daha anti-emperyalist görüntü altında sesini daha çok duyuruyor[3].
1990’larda Türkiye, NATO ve Batıda sözü geçen, itibar edilen bir ülkeydi. Bugün Ankara, olup-bitenlerin suçunu Batı’nın PKK terör örgütüne vermiş olduğu desteğe indirgemiş olsa da büyük resmin pek de öyle olmadığını, Türkiye’nin son 20 yıldaki dış ve iç politika hatalarının ülkeyi bu hale düşürdüğünü biliyoruz. Ankara, sık sık ABD’nin müttefikliğe sığmayan davranışlarına referans yapsa da “müttefiklik” ortak çıkarlar gerektirir. Winston Churchill’in dediği gibi “bir ittifak için en büyük tehlike ittifak olmamasıdır”. Batı ile çıkarlarımız Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra bölge bölge ayrışmıştır. Washington’un müttefiklik anlayışı da bu makalede anlatacağımız gibi sık sık ayar değiştirmektedir. Hatta bundan en çok NATO üyeleri yani Avrupa’daki müttefikleri şikâyetçidir.
ABD ile ilişkiler özellikle 2013 yılından sonra bu hale gelmeyebilirdi. Şimdi Türkiye’nin dış politikası ve uluslararası ilişkilerindeki geldiği konumu ile ilgili gerçekçi bir değerlendirme yapma zamanı. Çünkü yalnızlaştırılan, tüm çevresi ile yabancılaşan ve nihayetinde İran gibi hedef haline gelmeye başlayan Türkiye, değerli (!) yalnızlığı ile beka sorunu yaşayabilir. Hâlbuki Cumhurbaşkanı Erdoğan, 31 Mart 2024 seçimleri sonrası kendi liderliğinin devam etmemesinin bir beka sorunu yaratacağı algısına başvuruyor. Türkiye’nin bir an önce enerjisini toplamaya, ABD ile ilişkilerini yoluna koymaya ve onu bekleyen Ortadoğu ve Asya’da çok önemli jeopolitik gelişmelere hazırlanmaya ihtiyacı var. Tarih çok hızlandı ve etrafımızda olup-bitecekler için kayıtsız kalma lüksümüz yok.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, 4 yıldır ABD başkanı Joe Biden’la Beyaz Saray’da görüşme umudu ile ortam hazırlamaya çalışıyordu. ABD heyetinin Türkiye’nin güvenlik kare ası durumundaki Akar-Güler-Fidan-Kalın dörtlüsü, AKP içinde Türk-Amerikan ve NATO ilişkilerinin en hararetli savunucuları[4]. 9 Mayıs 2024’de ABD başkanı Biden, Erdoğan’ı ilk defa Washington’da kabul edecekti ama program iptal oldu. Çoğu fiziki olarak yılda 30 kez Putin ile görüşen Erdoğan ve ekibinin uzun süredir ısrarına rağmen ABD tarafı hala görüşmekte isteksiz. Öncesinde F-16 gelişmeleri, Türkiye’nin ABD ile pazarlıklarda düştüğü zor durumu gösterdi. Aslında Türkiye’nin beka seviyesindeki çıkarları ile ABD’nin konjonktürel durumu işbirliğini mümkün ve kaçınılmaz kılıyor.
ABD’nin Suriye’de Fırat’ın doğusundaki oluşumdan geri adım atmaya niyeti yok, bu da işleri içinden çıkılmaz hale getiriyor. Ama asıl sorun şu; ABD yönetimi, 2013 yılından beri Erdoğan’ın kişiliği ve Türk dış politikasının işleyiş tarzından hiç haz etmiyor. Geçtiğimiz ay içinde Irak’ta yapılan görüşmeler, İran ve Ortadoğu ile ilgili gelişmeler ana gündemi oluştursa da Türkiye’nin asıl beklentisi ABD ile ilişkilerde uzun süredir denediği örtülü ambargolardan kurtulma şansını yakalamak ve gündemi kullanarak onun seveceği bir rol kapmak. Bu makalede, Türkiye’nin son 20 yılda yaptığı dış politika hataları içinde hala vazgeçmediğimiz ideolojik bataklığa, ABD ve bir bütün olarak Batı ile düştüğümüz ayrışan yollara, Türkiye’nin büyük güçler içindeki konumuna yer verecek, altı ana konuya odaklanacağız;
- Türkiye-ABD ilişkilerinin genel çerçevesi,
- Türkiye-NATO ilişkileri,
- ABD’nin Soğuk Savaş sonrası müttefiklik anlayışı,
- AKP iktidarı döneminde dış politika,
- ABD ile ilişkilerde yaşanan gelişmeler ve olası geleceği,
- Türkiye’yi bekleyen senaryolar.
Son yıllarda siyasi planlamacıların ve yorumcuların en çok zorlandıkları konulardan biri Türkiye’nin ne yaptığını ya da yapmak istediğini anlamak oldu. Bu anlaşıldığında da geç kalmış oldular. Ortadoğu’daki büyük hayalleri sönen ve yalnız kalan Türkiye kendine yeni bir rol ararken, uyguladığı çalkantılı politikalar kafaları karıştırıyor. Türkiye-ABD ilişkilerini doğru anlamadan olup-bitenlerin büyük resmini gerçekçi bir analizini yapamayız.
Türkiye-ABD ilişkilerinde son durum
Türkiye ve ABD; Rusya, İran, terörle mücadele ve Ortadoğu politikaları üzerinde farklı çıkarlara sahipler. ABD orijinli askeri malzemeye bağımlı olan Türkiye,........
© ABC Gazetesi
visit website