Sarımsaklasak da mı saklasak…
Sarımsak… Onun başı, benim başımın tatlı belası. Ona olan ilgimden ve sevgimden dışım dışım dışlanıyorum. Hor görülüyorum..
İnsan sevdiğini yer mi? Ben habire yiyorum! Muhtemelen bu nankörlüğümün cezası olarak sosyal çevrem tarafından iteleniyorum.
Bu kokuşlu yaramaz, aslında başımızın tacı.. Kendisi bin yıllık bir şifacı.. Kültür parçası..
Sarımsak, keskin, yoğun ve nüfuz edici bir karaktere sahip. Çiğ hali burun direğini sızlatan bir yakıcılığa sahip. İlk solukta metalimsi, hafif kükürt benzeri ve acımsı bir etki bırakıyor. Ezildiğinde ya da doğrandığında ortaya çıkan koku ise havayla temas ettikçe sertleşiyor ve çevreye yayılıyor.
Bu koku,toprakla beslenmiş bir baharat gibi doğal. Aynı zamanda soğanın vahşi kuzeni gibi. Daha az tatlısı, daha keskini. Pişirildiğinde, bu keskinlik karamelimsi bir aromaya dönüşüyor; ama çiğken caydırıcı bir yoğunluk taşıyor.
Sarımsağın kokusu, toprağın bağrından kopup gelen eski bir hikâyeyi andırır. Dokunaklı ve unutulmaz. İlk anda burna çarpan o ağır buğu, sanki yüzyıllardır pişen bir çorbanın içinden süzülüp gelen anadolu kokusudur. Çiğken acı bir söz gibi havayı keser; geride ne söylendiği değil, nasıl söylendiği kalır.
Ezildiğinde ya da kesildiğinde içindeki sırları salar. Her zerresinde doğunun pazarı, kervan yollarının tozu, Anadolu’nun taş fırınlarında yanan tandır ateşi gizlidir. Kokusu sofraya çağrıdır. Kimine göre davetkâr bir anı, kimine göre uzak durulması gereken iyileşmeyen bir yara.
Pişerken karakteri değişir; o asi ve sert kokunun yerini bir sıcaklık alır. Tencereden yükselen buharla birlikte, burun direğindeki bir şefkat sarılmasına dönüşür. Küstüğün dostu affetmiş gibi hissedersin. Yavaş yavaş yumuşar, tatlılaşır, insanın içine işler. Ve nihayet, hem damakta hem ruhun kıyısında........
© Yeniçağ
