Devletin yayılmacı aklının eleştirisi
Türk dış siyaseti, sınırları korumaya odaklı savunmacı bir doktrine sahipti. NATO şemsiyesi altında aşırı silahlanma ve sürekli militarizme rağmen, 20. Yüzyıl cumhuriyet tarihi boyunca yaşanan tek dış çatışma 1974’te Kıbrıs’ın kısmi işgalinden ibaretti. Küresel ve bölgesel savaşlara seyirci kalmak, resmi doktrindi. Geçen hafta hayata veda eden tarihçi Mete Tunçay, cumhuriyet Türkiye’sinin, “gerçekçi bir değerlendirmeyle, saldırgan bir emperyalist politika izleyecek kadar güçlü olmadığının bilincinde” olduğu gözleminde bulunmuştu. Resmi ideolojide “iç ve dış mihrakların kötü emelleri,” asıl olarak Türkiye coğrafyasının parçalanması olarak belirtilmiş, ülke sınırları dışındaki icraatları konu dışı bırakılmıştı. Cihatçı ve milliyetçi agresyon, ülkeyi Müslimanlaştırma (gayrı Müslimleri imha etme) ve Türkleştirme (Türk olmayı kabullenmeyenlerin imhası) yolunda bir “iç-fetih” seferberliğine havale ediliyordu.
Ama gayrı resmi de olsa yeniden fetih ve yayılma ihtirası, milliyetçi söylemin bir bileşeni olarak varlığını sürdürdü: Üç kıtayı kapsayan tarihi hakimiyetin restorasyonu anlamında Osmanlıcılık; Turan’ın kurtuluşuyla Türk birliğinin (yeniden) inşası anlamında Pantürkizm; dünya Müslümanlarını yeniden Halife’nin himayesi altına almayı hedefleyen Panislamizm. Bunların hepsi yaşayan ama bastırılmış ütopyalardı; resmi milliyetçiliğin “yeraltında” nefes alabiliyor, hegemonik diskurun yüzeyine ancak ihtiyaç duyulan miktar ve sürelerle çıkabiliyorlardı.
21’inci Yüzyıl’ın ve onunla birlikte AKP iktidarının gelişi, bu zihniyette değişime yol açtı. Kemalizmle........
© Yeni Yaşam
