Gitmiyorgibigittimblogspot.com
1-
E.’nin Ayak İzinde…
Küçük bir kız iken, siyah beyaz ekrandan Yeşilçam filmlerini seyrederken, gidenin -ki bu giden erkek de olabilirdi kadın da- ben veda etmeyi sevmem cümlesinde filmden kopardım.
Bir filmin küçük bir kasabada veya büyük bir şehirde seyredilmesine göre farklılaşacağını bilemezdim o zamanlar. İnsan niye veda etmeyi sevmesindi ki. Filmin bu noktasında çıkar giderdim kendi filmime. Benim filmimde muhteşem bir veda sahnesi beni bekliyor olurdu. Veda etmek ne kadar sevildiğinin ispatıydı sanki.
Film başka, hayat başka. Filmlerde onca şık duran şey hayatta ne kadar kaba ve yorucu, yorucu ve çirkin bir hâl alıyor. Beni yolcu etmeye gelen arkadaşlara, yarın hiç kimseyi istemiyorum, dedim. Veda etmeyi sevmem. Bu cümle çocukluğumun soğuk gecelerini getirdi peşi sıra. Isınmak için kendime yazdığım veda sahnelerini. “Ansızın gideceğim bu şehirden” diye başlayan bütün şiirleri ezberlediğim günleri.
Tuhaf bir veda sahnesinin her teferruatını zihnimin kayıtlı tuttuğunu fark etmem için yeni bir yolculuğa çıkmam gerekiyormuş meğer.
Pamuk şekeri ve börek kokan (komşumuz Halil ağabey camekânlı el arabası ile sabahları börek, öğlenleri pamuk şekeri ve elma şekeri satardı) mahallemizden kopuşumuz, kapımıza yanaşan kocaman bir kamyon ile oldu. Eşyalarımız birkaç saat içinde yükleniverdi. Akşehir’den İstanbul’a. Babamdan ilk defa ayrıldık. O, kamyonun muavin koltuğunda; biz üçümüz tren kompartımanında yolumuza devam edecektik.
Özgürlüğün, eşyasızlık olduğunu ilk o gün anladım.
Arkamızda bıraktığımız komşularımız ağlıyordu. Sahiden. Ellerinde bir maşrapa su. Anne neden su döktüler arkamızdan, dedi kardeşim. Arkamızda bıraktıklarımız hep canlı kalsın diye, can suyu niyetine, dedi annem.
Can suyu niyetine…
Veda etmenin ne demek olduğunu o zaman anladım. Gidiyordun, bir daha dönmeyeceğini bilerek gidiyordun. Gidiyordun, yaşadıklarının arkanda kalacağını bilerek gidiyordun. Bu duygudan kurtulmanın tek yolu sanki gitmiyormuş gibi gitmekti. Geri dönecekmişçesine gitmek. İçtiğin son çayın bardakta bıraktığı sıcaklık soğumadan döneceğine inanarak gitmek. Pencere önündeki begonyaları, küpe çiçeklerini bırakarak.
Annem bütün çiçeklerini arkasında bıraktı. Kuşkonmazlar, sardunyalar, arapsaçı, dokunmabana küserim sana, tavşan dudağı. Oturma odasının tavanının iki kere çevrelemiş, rayihası ile insanı divane eden mum çiçeğini bile orada bıraktı.
Perdesi sökülmüş evimizi, begonya saksılarının sıcaklığı, mum çiçeğinin kalbi ele geçiren kokusu ile arkamızda bıraktık.
Gitmiyor gibi gitmeyi ilk annemden öğrendim.
Beni mecburi hizmetin mecburi istikametine uğurlamaya gelen arkadaş-lara, oturun, dedim. Beni bana bırakarak oturun. Her şeyin sıradan olduğu bir akşam yaşayalım. Siz içeride kaynatmaya devam edin. Ben arada sırada geleyim yanınıza. Yadırgadılar belki. Ama seslerini çıkarmadılar. Mutfağa gittim. Çay demleme bahanesiyle. Kendimi fark ettim. Tekrar tekrar lavaboyu temizleyişimi. Raflarımı yerleştirişimi. Boş kalan kavanozlara çay dolduruyordum. Çay, tuz, kahve. Leke olmuş kavanozları itinayla siliyordum.
Ben ne yapıyordum?
O an anladım ki gitmeye hazır değildim. Hiç hazır değildim. Ama gidecektim. Nasıl gidecektim? Gitmiyor gibi gidecektim.
Bu ev böyle kalacak, dedim beni uğurlamaya geldikleri hâlde bensiz muhabbet etmeye çalışan arkadaşlarıma. Tek şartım var. Döndüğümde aynen görmek istiyorum. Kirasını düzenli olarak öderim. İhtiyacı olan arkadaşlar gelip kalabilir. Burada kurulu bir düzen bıraktığımı bilmeye ihtiyacım var. Anahtarı Selvinaz’a bırakacağım.
Özgür olmak istiyorsam eşyasız olmalıydım.
İstanbul’dan böyle ayrıldım. E.........
© Yeni Şafak
