Sıpa kemikleri: Kutsal sofralardan siyasi ganimet sofralarına bir ikiyüzlülük arkeolojisi
Prof. Dr. Şahin Filiz yazdı…
İnsanlık, kendini bildi bileli, bir şeyler keser ve yer. Bu eylem, hayatta kalma dürtüsünün en ham, en ilkel ifadesi olduğu kadar, medeniyetin en karmaşık kodlarını barındıran sembolik bir tiyatrodur. Kestiğimiz şey sadece bir et parçası değil, aynı zamanda bir anlam, bir kural, bir tabudur. Sofralarımız, kim olduğumuzu ve kim olmadığımızı ilan ettiğimiz kültürel beyannamelerdir. Bu ritüelin kökleri o kadar derindir ki, hem kutsal metinlerin zirvelerinde hem de halk irfanının en mütevazı dehlizlerinde yankılanır.
Kutsal anlatılar bu eylemi yüceltir, ona kozmik bir anlam yükler. İbrahim’in, oğlunun boynuna dayanmış bıçağını gökten inen bir koça çevirmesi, kör teslimiyetin ilahî bir merhametle ödüllendirildiği o an, bir kurban ritüelinin temelini atar. Salih’in kavminin, Allah’ın devesini kibrin ve nankörlüğün bıçağıyla kesip yemesi, bir nimeti yok etmenin lanetini ve ilahî gazabı resmeder. İsrailoğullarının, kimin işlediği meçhul bir cinayeti aydınlatmak için bir ineği kesip, etinin bir parçasıyla maktulün bedenine dokunması, adaletin tecellisi için kurulmuş metafizik bir sorgu sahnesidir. İsa’nın Fısıh sofrasında ekmeği bölüp şarabı sunması, kendi bedenini ve kanını takipçilerine sembolik bir ziyafet olarak ikram etmesi, yeme eylemini teolojik bir doruğa taşır.
Batı’nın mitolojik hafızası da benzer sahnelerle doludur. Antik Yunan’da, şehrin günahlarını ve kirliliğini yüklenip ya sürülen ya da kurban edilen günah keçisi, toplumun kendini arındırmak için bir başkasını “yediği” sembolik bir ayindir. Prometheus’un, tanrıları kandırmak için kurbanın en güzel etini derinin altına saklayıp, kemikleri parlak yağ tabakasıyla kaplayarak Zeus’a sunması, insan aklının ilahî düzene karşı ilk hilesi, ilk entelektüel isyanıdır. Bu hikâyelerin hepsinde “kesmek” ve “yemek”, düzeni kuran, yıkan, test eden ya da yeniden tanımlayan, hafızaya kazınması gereken kurucu eylemlerdir.
İşte bu görkemli ve trajik anlatılar galerisinin tam zıddı bir köşesinde, Anadolu’nun bilge ve alaycı hafızasında saklı, basit ama zehir gibi bir fıkra durur: Sıpa yiyen gençlerin hikâyesi.
Birkaç hayta genç, şimdiki gibi gece çorbacılarının, kokoreççilerinin, çiğköftecilerinin ve dürümcülerinin olmadığı zamanlarda, köyde geceleyin yarenliği uzatınca acıkırlar, bir çobanın ağılına süzülürler. Zifiri karanlıkta ellerine geçen ilk hayvanı, kör bir iştahla kaptıkları gibi kaçarlar. Kuzu sandıkları hayvanı kesip pişirir, şen kahkahalarla, keyifle yerler. Gece boyunca bu ziyafetin tadını çıkarırlar. Ancak gün ağarınca, sofranın ortasında duran kemik yığınına bakınca dehşete düşerler: Bu kemikler bir kuzuya değil, bir eşek yavrusuna, bir sıpaya aittir. Bir anda ziyafetin keyfi, yerini mide bulantısına, utanca ve inkâra bırakır. Herkes birbirini suçlar: “Ben yemedim!”, “Ben dokunmadım!”, “Ağzıma sürmedim!”. Nihayet içlerinden biri, bu sahte ahlak gösterisine dayanamayıp patlar: “Ulan, kim yedi o zaman bu sıpayı?!”
Bu fıkra, ne ilahî bir emir ne de trajik bir zorunluluk içerir. O, basit, kaba ve utanç verici bir gerçeği, modern toplumların ve özellikle de siyasal İslamcı zihniyetin “yabancı” ile kurduğu patolojik ilişkinin kusursuz bir alegorisini sunar. Sıpa yenir, hem de afiyetle; ama sıpa yendiği asla kabul edilmez.
Sıpa hikâyesinin dehası, ahlakî çöküntünün katmanlarını bir cerrah titizliğiyle açığa çıkarmasında yatar. Hırsızların utancı, eylemlerinin kendisinden kaynaklanmaz. Onları rahatsız eden şey, bir başkasının malını çalmış olmaları değildir. Ahlakî pusulaları bozuk değildir; sadece yanlış yöne ayarlanmıştır. Onların tek derdi, “yanlış” hayvanı yemiş olmaktır. Suçun kendisi değil, suçun nesnesi bir tabuya dönüşür. Hırsızlık, yani temel ahlakî yasanın ihlali, normalleşmiş bir eylemken; sıpa yemek, yani kültürel bir tabunun çiğnenmesi, katlanılmaz bir ayıptır.
Bu, modern muhafazakâr ve İslamcı ahlakçılığın temel mekaniğidir. Yolsuzluk, adaletsizlik, liyakatsizlik, yalan ve talan gibi evrensel ahlakî suçlar, sistemin olağan bir parçası, hatta bir “beceri” olarak görülürken; alkol almak, kadın-erkek ilişkileri, sanatsal ifade biçimleri gibi kültürel ve kişisel tercihler, medeniyetin çöküşüne işaret eden en büyük günahlar olarak lanse edilir. Hırsızlığa değil, sıpaya odaklanmış bir ahlak, ahlakın kendisinin parodisidir.
Hikâyenin ikinci dehası, tiksintinin zamanlamasıdır. Hırsızlar, sıpayı karanlıkta, ne yediklerini bilmeden yerken büyük bir zevk alırlar. Et lezzetlidir, karınları doymuştur. Tiksinti, mideye girdikten saatler sonra, gün ışığı kemikleri aydınlattığında ortaya........
© Veryansın TV
