menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Orta Doğu’da neden Müslüman Müslümanla savaşır? Nifak paradigmasının eleştirel bir arkeolojisi

11 0
20.07.2025

Prof. Dr. Şahin Filiz yazdı…

Her ideolojik yapı, her inanç sistemi ve her siyasi proje, kendi kimliğini, meşruiyetini ve sınırlarını çizebilmek için bir “öteki” inşa etmek zorundadır. Bu “öteki”, varoluşun diyalektiğinde bir antitez görevi görür; düzeni tanımlayan kaos, kutsalı belirginleştiren profan, biz’i bir arada tutan onlar’dır. Ancak bir topluluğun varoluşsal kaygılarının en derin noktasında yer alan “öteki”, surların dışındaki öngörülebilir düşman, kılıcını açıkça çeken barbar değildir. En sinsi, en çözücü ve en tehlikeli tehdit, daima içeriden gelir. İçeri sızmış, maskeler takan, sadakati sorgulanan, dost mu düşman mı olduğu kestirilemeyen, kimliğin kendisini istikrarsızlaştıran figürdür. Kur’an-ı Kerim, bu arketipi “nifak” (münafıklık, ikiyüzlülük) kavramı altında, Batı düşüncesindeki “hain” (traitor), “sapkın” (heretic) veya “beşinci kol” (fifth column) figürlerinden çok daha nüfuz edici, psikolojik olarak karmaşık ve politik olarak işlevsel bir paradigma olarak inşa eder.

Yüzeysel bir okumada ahlaki bir zafiyetin kınanması olarak görülebilecek nifak tasavvuru, Michel Foucault’cu anlamda titiz bir arkeolojik kazıya tabi tutulduğunda, bambaşka ve daha karanlık katmanlar ortaya çıkarır. Bu kazı, nifak kavramının sadece bir ahlak dersi olmadığını, bilakis, bir zihin kontrol mekanizması, siyasi muhalefeti yok etmek için tasarlanmış teolojik bir ruhsat, toplumsal paranoyayı kurumsallaştıran bir aygıt ve nihayetinde çoğulcu, açık bir toplum idealinin teolojik olarak imkânsızlığına dair yapısal bir manifesto olduğunu gözler önüne serer. Bu analizin nihai amacı, nifak kavramının tarih boyunca İslam coğrafyasındaki çeşitli siyasi aktörler tarafından nasıl istismar edildiğini belgelemekten ziyade, bizzat metnin kalbine inmek, Kur’an’daki özgün mantığını, bu mantığın ürettiği kaçınılmaz siyasi ve sosyal sonuçları ve bu paradigmanın neden modern insanlık bilincinin—bireyin otonomisi, düşünce özgürlüğü ve kamusal aklın üstünlüğü gibi— temel varsayımlarıyla kökten ve uzlaşmaz bir çatışma içinde olduğunu ortaya koymaktır.

Her güçlü kavram gibi, nifak da bir boşlukta doğmamıştır. Onun yapısını ve işlevini anlamak için, dövüldüğü tarihsel ocağa, yani 7. yüzyılın siyasi ve toplumsal çalkantılarla dolu Medine’sine dönmek elzemdir. Hz. Muhammed ve ilk takipçilerinin serüveni, iki zıt evreden oluşur: Mekke dönemi ve Medine dönemi. Mekke’de onlar, inançları yüzünden baskı gören, ezilen, marjinal bir azınlıktı. Düşman ise netti: Kureyşli pagan aristokrasi. Sorun, hayatta kalma ve inancı yayma mücadelesiydi.

Hicret’le birlikte Medine’ye geçiş ise, bir devrimdi. Bir cemaat, aniden bir proto-devlete, bir ümmete dönüştü. Toprağı, pazarı, antlaşmaları, ordusu ve hukuki bir çerçevesi (Medine Sözleşmesi) olan yeni bir siyasi varlık ortaya çıktı. Bu dönüşüm, cemaatin karşılaştığı sorunların doğasını kökten değiştirdi. Artık tek sorun dış düşman, yani Mekkeliler ve müttefikleri değildi; asıl ve belki de daha karmaşık sorun, içerideki heterojen yapının kendisiydi. Medine toplumu, monolitik bir yapıdan uzaktı. Muhacirler (Mekke’den gelenler), Ensar (Medineli yerli Müslümanlar), İslam’ı tam olarak benimsememiş ya da eski statülerini kaybetmekten rahatsız olan yerel Evs ve Hazreç kabilelerinin üyeleri ve güçlü Yahudi kabileleri gibi çok parçalı bir mozaikten oluşuyordu.

İşte “nifak” ayetleri, bu somut, yakıcı ve varoluşsal siyasi krizlere verilmiş teolojik bir yanıttır. Bu ayetler, belirli bir tarihsel konjonktürde, yeni kurulan düzenin otoritesini sarsan, sadakatinden şüphe duyulan ve kritik anlarda topluluğun bütünlüğünü tehdit eden unsurları tanımlamak ve izole etmek için indirilmiştir. Bu unsurların başında, şüphesiz, Medine’nin eski lider adaylarından Abdullah bin Übeyy bin Selül ve çevresi geliyordu. Onun Uhud Savaşı öncesinde ordunun üçte birini yanına alarak geri çekilmesi gibi eylemler, askeri bir ihanetten öte, Hz. Muhammed’in peygamberlik ve liderlik otoritesine doğrudan bir meydan okumaydı. Nifak kavramı, bu tür siyasi muhalefet veya tam biat göstermeme durumunu, basit bir “fikir ayrılığı” veya “stratejik hata” zemininden çıkarır. Onu, ontolojik bir bozukluk, ahlaki bir kanser ve ilahi bir yargı konusu haline getirerek teolojik-politik bir silaha dönüştürür. Muhalif, artık bir rakip değil, kalbi mühürlenmiş bir “hasta”dır.

Kur’an, münafığı fiziksel olarak cezalandırmadan önce onu metinsel ve sembolik düzlemde inşa ve akabinde imha eder. Bu inşa süreci, modern totaliter rejimlerin düşmanlaştırma retoriğiyle çarpıcı benzerlikler gösteren üç temel mimari üzerine kuruludur. Bu, bir tür “kavramsal suikast”tır.

Patolojikleştirme (Hastalık Olarak Kodlama): “Onların kalplerinde bir hastalık (maraz) vardır. Allah da onların hastalığını artırmıştır.” (Bakara 2:10). Bu ifade, edebi bir metafordan çok daha derin, stratejik bir hamledir. Bu, adeta bir tıbbi teşhistir. Bu kodlama ile şüphe, eleştiri, tereddüt veya inançsızlık, rasyonel bir pozisyon, felsefi bir duruş veya meşru bir siyasi tavır olmaktan çıkarılır. Bunun yerine, toplumun sağlığını tehdit eden, tedavi edilmesi veya cerrahi bir müdahaleyle bedenden atılması gereken bir patoloji, bir maraz olarak yeniden çerçevelenir. Bir hasta ile entelektüel bir diyalog kurulmaz; hastalığıyla mücadele edilir, durumu teşhis edilir ve karantinaya alınır. Bu retorik........

© Veryansın TV