menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Esra Ruşan ve Gizem Erdem: Dünyaya rağmen çalışıyoruz!

10 0
monday

Diğer

T24 Haftalık Yazarı

01 Aralık 2025

Esra Ruşan (solda) ve Gizem Erdem (Fotoğraflar: Fatih Metin Demirkol/Specific Team)

Bol ödüllü İskoç yazar Stef Smith’in her zamanki keskin, sorgulatıcı ve feminist kaleminden çıkan Yeter (Enough) Craft imzası ve mükemmel bir ekip ile Türkçeye uyarlandığında “Mutlaka izleyeceğim oyunlar” listesine almıştım geçen sezon. Oyun iki hostesin hikâyesini anlatıyor. Girdikleri her yerde dikkat çeken iki hostes. Ama ancak geçtiğimiz aylarda izleyebildim Yeter’i. Çıkışta ise bir duvara yaslanıp insanları izledim. Görülmek isteyen, görülmek için uğraşan ama yaşadığının sadece kaymağını gösteren insanları…

Oyunu izlemeden bir hafta önce yaptığım uçak seyahatindeki host ve hostesleri, bugüne dek karşılaştığım tüm hostesleri düşündüm. New York-Los Angeles arası uçuşta American Airlines’ın “mahalledeki Zehra Abla” tavrıyla konuşan, herkesle şakalaşan, üşüdüğümü fark edince “Tatlım uçakta battaniye yok ama istersen benim hırkamı verebilirim sana” diyen siyahi hostesini. Türk Hava Yolları’nın bazen aşırı aksi olabilen hosteslerini ve o korkunç babetlerini… Çocukluğumun hosteslerinin güzelliklerini ve üniformalarının insanı hostesliğe özendiren zarifliğini. İç hatlarda hosteslere tacize ve bazen şiddete varan tavırları ile kaba, hadsiz yolcuları… Emirates Hava Yolları’nın insanı kral-kraliçe gibi hissettiren host ve hosteslerini. Sonra fark ettim ki uçakta, yollarda neler yaşadıklarını çok düşünsem de hosteslerin uçak dışında birer hayatları olduğunu, bize gülümseyerek yer gösterirken aslında akıllarında, kalplerinde neler olduğunu düşünmemişim. Onlar hep kusursuz ve bakımlı olmak zorunda olan, gösterdikleri yönlendirmeleri yarım yamalak izlediğimiz, hep aynı tonda konuşan kişilerdi. Influencerlar gibi.

Küçükken hosteslere nasıl özenirsem ben şimdi çocuklar influencerların hep bakımlı hallerine, görmediğimiz hayatlarının kremasına, açılan paketlere, gösterdikleri krem sürme, soğan doğrama tekniklerine hayran kalıyorlar. “Herkes kemerleri bağlı otururken” onları izliyor. Ve kimse kimsenin aslında ne yaşadığını bilmiyor. Herkes sosyal medyada hashtagler ile en aktivist oluyor ama o kahramanların kaçı gerçek hayatlarındaki kadınlara gerçekten elini uzatıyor ya da kendi üniformasını çıkartıp “elimi tut” diyor mesela? Ucunda daha fazla takipçi, daha fazla görülme yoksa… Instagram hayatları, İstanbul sosyal hayatı karşılaşmaları ve hostesler arasında bir bağ kurdum üç dakikada o duvar dibinde.

Belki fazla düşünüyorum -yine. Ama tiyatro tam da bunun için değil mi? Düşünmemiz için. “Yeter”, Esra Ruşan ve Gizem Erdem’in oynadığı tek perdelik bir oyun. Sonunda uçağın tekerlekleri yere değmeden kemerlerini açan, ikaz ışıkları sönmeden ayağa kalkan bir oyun bu. 20 yıldır birlikte çalışan, hosteslik mesleğine birlikte başlamış iki kadının hikâyesi. Hayatları birbirinden taban tabana zıt. Biri bekar, özgür, eğlenceli; diğeri evli, iki çocuklu ama aynı üniformayı giyen iki arkadaşın hikâyesi. Kabul ediyorum, sonunda biraz havada bırakıyor insanı, coştuğu yerde coşkusunu alıp kullanmıyor. Belki de sorgulatmayı başarmasının sırrı budur işte. Biz de tam bu nedenle sohbetimize oyunun sonundan başladık.

-O yüzden bu sohbet bir miktar spoiler içerir-

- Duvardaki çizik metaforunu o kadar çok sevdim ki oyunda… Orada çok etkilendim mesela. Ya da kadının şiddetten sonra erkekle sevişmek için yeniden kapısına gitmesi… Ama sonunda bir yüzleşme istedim erkeklerle…

Esra Ruşan: Oyun bitmiyor. Oyun bir yerde bırakıyor. Seni de, seyirciyi de, beni de, oyuncusunu da bırakıyor. Bir finali yok. Ama eğer başka bir akstan bakacak olursak; “berbat gibi hissettiren hayatlar yaşarken” hiç kimseyle konuşamazken şimdi ilk kez birbirleriyle konuşabildikleri bir anla finalliyor. Bu temas, ilk kez göz göze bakıp bu teması kurmaları aslında oyunun finali ve cümlesi. “Yeter” diyor, “şimdi buradan başka türlü başlayabiliriz”. İnsanların kendi gölgeleriyle karşılaşmaları, onlarla barışıp kabul etmeleri sonrasında yepyeni bir sekme açılabilir hayatlarında. Biraz o yeni sekmeyi seyircinin kucağına bırakıyoruz çıkarken.

- Evet tabii, çok kişisel bir yerden baktım ben finale…

E.R.: Stef Smith özelinde oyunlarının çok şiirsel olduğunu söyleyebilirim. Metafor kullanmayı seven bir yazar. Zaten oyunu olduğu gibi oynasaydık biraz zorlanabilirdik hem oyuncular hem seyirciler olarak. Şiirin, şiire yakın yazımların kesinlikle bir etkisi olduğunu düşünüyorum ama sahnede izlemesi zor. Orada yönetmenimizin de kararıyla, metni biraz parçalamak zorunda kaldık. Meselenin tam olarak anlaşılması sanırım her şeyden önemliydi. Oyundaki birçok metaforu ve araya giren zihin akışı gibi şiirleri çıkardık. Çünkü oyunla bağ kurmak zorlaşacaktı. Belki de zaten yazarın istediği şey de bağ kurmamak… Bilmiyorum. Ama Türkiye'de bizim seyircimizin geleneğinde bağ kurma hikâyesi önemli. Biz de bunu önceliğimiz yaptık.

- Evet hepimiz yaşadığımız, yaralandığımız için en azından sahnedeki yüzleşme ile içimiz soğusun istiyoruz.

E.R.: Arkadaşımız bile böyle bir şey yaşasa, bir ayrılık hadisesinde bile gelse karşımıza, “gittim bunları bunları söyledim” diyebilmesini çok istiyoruz. Bu olunca kendimiz gibi rahatlıyoruz. Öyle bir rahatlama ihtiyacı var katarsis anında. Maalesef yazar bu katarsis anını veriyor, ama ufalayarak veriyor. Evli olan kadın için de “boşanıyor, kendi hayatını kuruyor, çocuklarını alıyor ve mutsuz olduğu bir adamla beraber olmaktan vazgeçiyor” demiyor. İkisini de aynı yolda tutmaya devam ediyor. Ama burada da diyor ki “biz artık birbirimizin yüzüne bakarken sadece eğlendiğimiz, zaman doldurduğumuz bir durumda değiliz”. Bizim birbirimizin yüzüne bakıp ‘ben bunu yaşıyorum ben de bunu yaşıyorum ve bu bir başarısızlık değil’ demeye hakkımız var dedirtiyor.

- Evli kadının neden mutsuz olduğunu herkes anlamayabilir mesela izlerken. Evli, çocuklu, kocası belli ki uyumlu, güzel, işi var, parası var…

E.R.: Şöyle bir handikapı var oyun metninin: Bekar karakterin mutsuzluğuna çok sağlam argümanlarla bir gerekçe sunuyor. Şiddet gibi, tecavüz gibi gerçekten bariz noktaları var. Fakat evli kadının bariz bir cümlesi yok. Bir geceliğine öbür kadının hayatını yaşamak istemesinden kendi hayatından, kendi rutininden çok bunaldığını, gerçekliğini kaybettiğini anlayabiliyoruz. Daha derin bir acısı var. Gözle görülmeyen ama hissedilen bi acı. ailesiyle bağ kuramaması, çocuklarına yetişemediğini düşünmesi… Çalış çalış çalış… İç sesi korkunç kalabalık. Dışarıdan hayat “mükemmel”. Ama aslında hayat bu mu? Hepimiz bir noktada bunu yaşıyoruz.

- Benim açımdan oyun biraz tokat oldu çünkü 46 yaşındayım, evlendim, boşandım, köpeğimle yaşıyorum. Arkadaşlarımın neredeyse hepsi evli, çoğu çocuklu. Benim hayatıma özenenler var; ben o hayatlara özenmiyorum ama “acaba nasıl olurdu” diyorum zaman zaman…

E.R.: O rutine bile zaman zaman imrenebiliyor insan.

- Evet, bir şeyleri paylaşmak istiyorsun, birine sırtını yaslamak değil ama…

E.R.: Birine sırtını yaslamayacağın çok açık yani bu yaşa kadar kendi başına olmayı seçmişsin. Entelektüel bir zümrenin içindesin. Çalışıyorsun, okuyorsun bilgili, görgülü bir insansın. Sırtını yaslayacağın kişi en yakının olabilir, arkadaşın olabilir. Hayat öyle bir şey. Ama galiba bir hayatı biriyle paylaşmak, beraber yol almak işte onunla bir müzeye gitmek onunla ilk kez İzlanda'ya gitmek, bir yemeği onunla yemeyi istemek… Bunlar çok insani ve oldukça normal istekler. Evet benim de çok sevdiğim kız arkadaşlarım var, onlarla yurt dışı tatiline gitmeyi çok seviyorum falan ama bazen bir anda duruyorum ve diyorum ki “şu anı sevgilimle yaşamayı isterdim”. Çünkü zaman resmen doların yükselişi gibi, durmadan geçiyor. Bu o kadar normal bir his ki; biz Gizem'le bir buçuk senedir konuşuyoruz bunu. O da bekar, ben de bekarım. İnsanlarla tanışıyoruz,........

© T24