Zemberekler arasında zaman labirentleri: Kimlik, bellek ve hakikat arayışı
Diğer
01 Haziran 2025
“Aynı yolu beraber yürüdüğümüzü sandığımız insanlar, aslında bize sadece gidecekleri yere kadar eşlik ediyor.”
Mark Twain
Orhan Pamuk, edebiyatımızın modernist ve postmodernist unsurlarını ustalıkla birleştiren, bireyin iç dünyasını tarihsel, kültürel ve toplumsal katlarıyla iç içe işleyen bir yazar ve bu, onu gelenekten uzakta bir yazar da yapmaz. Dini ya da ladinî geleneksel olanı kendi gelenek anlayışlarıyla sürdürenler de gelenekçidir zira. Onun edebi evreni, salt bir anlatı dokusuna sahip olmanın ötesinde, zamanın metafizik ağırlığını taşıyan bir felsefi laboratuvardır da. Stoacı felsefenin “amor fati” (kaderini sev) öğretisi ile postmodern edebiyatın “nostos algos” zamanı parçalayan nostaljik teknikleri, Pamuk'un metinlerinde birbirine eklemlenir. Okurken satır satır, zemberekler arasında zaman labirentlerinde yürüyormuşuz gibi içimizde yükselen “çatır, çatır” yahut bozulunca bir daha kimselerin tamir edemediği ruhumuzun saatinden yükselen “çak, çak, çak” sesleri duyuşumuz kitaplarında kendimize çarparak, çarpılarak, bundandır. Modernist yazarların kitaplarına dair sufizimden, tasavvuftan söz ettiğimizde yazarları sarıklı-cübbeli tahayyül edenler bunun “kâinatın bir kuralı” olmadığını kabullenmeliler. Tıpkı çoğu kez davranışlarda çelişseler de prensiplerde birleşen Melamiler ve Mevlevi’ler gibi birbirlerinden çok da kolay ayırt edilemezler. Bir zamanlar verdiği bir demeçte “Solcular Marx okurken ben Mesnevi okuyordum” diyen Pamuk’un romanlarında zaman, doğrusal bir çizgide ilerlemek yerine çok katlı ve her katı ayrıca katmanlı, döngüsel ve parçalı bir yapıda seyreder. Her romanı ayrı ayrı her türlü yoruma açık olduğu gibi “arayış,” “kavuşma”, “ilahi aşk” açısında da yorumlanabilir metinlerdir. Özellikle “Kara Kitap” (1990) ve “Benim Adım Kırmızı” (1998), “Masumiyet Müzesi” (2008) gibi romanlarında, geçmiş ve şimdi iç içe geçer, karakterler tarihsel ve kişisel zamanlar arasında gidip gelir. Bu kitapları bilhassa dolambaçlı, öznel bir labirente sahip ve ne ekseniz “bâki olsun” diye yutan bir bahçe gibi insan yutan metinlerdir de. Bu yutuluşlar lokma lokma zaman, rüya, arayış, ölüm, kimlik, bellek ve hakikat gibi temaları bireysel hikâyelerin ötesine taşıyarak insanlık durumumuzu ve Türkiye’nin modernleşme serüvenini de sorgular. Zamanın labirentsel yapısı Pamuk’un bütün yazın hayatını ayakta tutan edebi evreninin de bel kemiğini oluşturur. Erken dönem eseri “Gizli Yüz” (1992), bir senaryo metni olmasına rağmen, bu temaların embriyonik formda belirdiği ilk zirvedir. Onda hem felsefe hem de tasavvufi çok keskin birçok unsur çok belirgin bir biçimde tasarlanmış gibidir. “Tasarlanmış” gibidir, çünkü “Gizli Yüz” yazarı yazıya iten bir başka kitabın özünü oluşturan “anlam arayışı”nın ilk itkisidir.
“Gizli Yüz”, Pamuk’un sonraki romanlarında derinleştireceği estetik ve felsefi sorgulamaların da temelini oluşturmuştur bir bakıma. Zira benim iddiam şudur ki, “Gizli Yüz” bir fikir, bir his olarak içinden çıktığı “Kara Kitap”tan çok daha evvel vardı. Nerede miydi? Yazarın içinde yaşadığı bu zamansal labirentin henüz girmediği bir başka koridorunda. Onun hangi zamanda nasıl ortaya çıktığını ve zamanın izafi oluşunu onun labirentlerinde dolaşan karakterlerin bilincini giyince de anlarız. “Gizli Yüz”, bu yolculuğun ilk adımıdır; Pamuk’un sonraki eserleri, bu labirenti genişletir, derinleştirir, okuyucuyu hakikatin çok yüzlü doğasıyla yüzleştirir. Kronolojik bir sıralama yerine, iç içe geçmiş anılar, rüyalar ve tarihsel referanslarla örülü bir ağ gibi uzantıları arasında belki de en sabit yeri olan metin de odur. Çok sesli barok bir orkestranın sessiz şefi gibi kurgusuna mistik bir yön verirken, dünya ile de bağlarını koparmaz. Bu mistik iskelet ve aynı zamanda Yusuf Atılgan’ın aynı isimli “Anayurt Oteli” adını taşıyan filmin de yönetmeni olan Ömer Kavur’un da Pamuk ile ortak duygu ve düşüncelerinin de bir ürünüdür. Ömer Kavur’un hayatı boyunca etkilendiği ve “Yazar olsaydım, bu romanı ben yazmak isterdim” dediği bütün kitapların da aslında aynı damarı taştığı ortak bir nabızla attığının da altını unutmadan çizelim, Kavur’un hisleriyle yaklaşımlarının da bir çıktısı olan bu romanların senaryolaşıp filmlere dönerken bize gösterdiği kendisiyle ilgili bir şey hayatının da üzerine eğildiği hikâyelerdeki gibi bir arayışla geçtiğidir. Bir hikâyeyi senaryolaştırmayı, filme nasıl aktardığını anlattığı yıllarda o metnin içindeymiş gibi anlatabilmesinin içinde şöhretten çok manaya odaklanmış mahir bir kimse olduğunu da göstermiştir hep. “Gizli Yüz”den iki karakteri yazar ile yönetmene paylaştıracak olsaydım eğer, her yüzde bir hikâye arayan kadın (Zuhal Olcay) karakterin Orhan Pamuk’u, o kadın için o yüzleri fotoğrafyalan, arayışın kuyusunda elinde bir aynayla dolaşan fotoğrafçının (Fikret Kuşkan) da Ömer Kavur’u temsil ettiğini rahatlıkla söyleyebilirdim.
“Kara Kitap”tan bir bölümle ortaya çıkan “Gizli Yüz”ün bir romandan eksik kalır hiçbiri yanı........
© T24
