menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Yıkılışa inşa ya da çocukluk travması

24 0
23.11.2025

Diğer

T24 Haftalık Yazarı

23 Kasım 2025

Çocukluk, insan hayatının en kırılgan, en biçimlendirici evresidir; burada atılan her adım, söylenen her söz, görülen her şiddet ya da ihmal, bireyin ömür boyu taşıyacağı bir iz bırakır. Travma, yalnızca bir olay değildir; o, çocuğun bedeninde, zihninde ve ruhunda biriken, zamanla kristalleşen bir yok oluş hissidir. Bu yok oluşun en derininde ise “çocuğun kendi değerine dair algısı” yatar. Çocuk, doğduğu andan itibaren, çevresinden aldığı mesajlarla kendini tanımlar: “Ben değerliyim” ya da “Ben değersizim.” Ne var ki travma bu mesajı bozar, çarpıtır, bazen tamamen siler. Çocuğun iç dünyasında “değerliyim” diye fısıldayan ses, dış dünyanın şiddetiyle susturulur. Ve işte o an, gerçeklik ile algı arasındaki uçurum açılır. Çünkü travma, yalnızca istatistiklerin değil, edebiyatın, felsefenin ve insanlık tarihinin de konusudur. Çocuğun değeri, biyolojik bir gerçeklikten çok, “sosyal ve duygusal bir inşa”dır. Doğum anında, bebek henüz “ben” kavramını bilmez; ancak annenin bakışında, sesinde, dokunuşunda kendini “var” hisseder. Donald Winnicott, “Playing and Reality” (1971) adlı eserinde bu ilk ilişkiyi “ayna metaforu” ile açıklar: “Anne, bebeğin yüzüne baktığında, bebek kendi varlığını annenin gözlerinde görür. Eğer anne, bebeğin duygularını yansıtır, ona 'sen varsın, sen önemlisin' derse, çocuk sağlıklı bir benlik algısı geliştirir. Ancak travmatik bir ailede bu ayna kırılır. Anne depresyonda, baba alkolik, evde şiddet varsa, bebek annenin gözlerinde ‘korku, öfke ya da boşluk’ görür. İşte o anda, çocuk şu mesajı alır: 'Ben yokum. Ya da varsam, istenmiyorum.' Bu, değer algısının ilk çöküşüdür.” Ne çok tecrübeden bilenmiş bir bıçak gibi geçmişim “birden hatırladım!” dediği gibi bir şairin.

Alice Miller, “The Drama of the Gifted Child” (1979) kitabında bu süreci “yetişkinlerin çocuğu kendi ihtiyaçları için kullanması” olarak tanımlar. Sosyoloji kitaplarında ve tarihin her anında sıkça rastladığımız o cümle gibi “çocuksun ailenin mülkü” sayıldığı yıllar, bugün de olduğu gibi. Miller’a göre, ebeveynler bilinçdışı bir şekilde çocuklarını kendi narsistik yaralarını kapatmak için bir araç haline getirir. Çocuk, “iyi davranırsa” sevileceğini öğrenir böylece. Bu, “koşullu değer” algısının temelidir. Çocuk, “Ben ancak mükemmel olursam değerliyim” inancını içselleştirir. Bu inanç, yetişkinlikte “perfeksiyonizm, anksiyete ve tükenmişlik” olarak geri döner. Miller, çarpıcı bir tespitle şunu söyler: “Çocuk, ebeveyninin yalanını doğrulamak için kendi gerçekliğini feda eder.” Bu fedakârlık, travmanın en sinsi biçimidir; çünkü çocuk, kendi acısını bile “normal” sanır. Buna kendi çocukluğumdan da örnek vereyim, ne de olsa “kambersiz düğün olmaz”! Travmatik öğelere sahip bir hayattan geçmedim doğrusu, yani bana göre, ama kendime bir yabancının gözüyle durup baktığımda diğerlerinden daha zor, tutulması güç ve öngörülemez davranışlara sahip bir çocuk olduğum için bir zamanlar -aslında hala öyle- hata yapma korkusunu benden çok ebeveynlerim yaşamıştı. Yine de onların bu korkularına tanık etmiş olmanın da travmasına ben de maruz kalmıştım doğrusu. Kimsenin korktuğu başına gelmedi tabii, mahalle yandı biz de saçlarımızı taradık herkes gibi. Şu insanı güldürecek cümleyi bugün bu yüzden kurabiliyorum yani. Aka zor zamanlar mıydı, yani… Elimiz ayağımız düzgün çok şükür, ama ruhumda benim de kalbimi bozan şeyler yer edindiler kendilerine. Diğerlerinde in farklı olarak ben seviyorum bu halleri. Neredeyse onlarsız yaşayamam bile!

Bu noktada, Bessel van der Kolk’un “The Body Keeps the Score” (2014) adlı eserinden al edebilirim biraz: . Van der Kolk, travmanın yalnızca zihinde değil, “bedende” depolandığını savunur. Çocuk, şiddete maruz kaldığında, bedeninde bir “donma” tepkisi verir. Bu, hayatta kalma mekanizmasıdır aslında. Ancak bu donma, zamanla “dissosiyasyon” haline gelir. Çocuk, acısını hissetmemek için kendini bedeninden çıkar. Yetişkinlikte, bu kişi “neden bu kadar duygusuzum?” diye de sorabilir.. Çünkü çocukken, duyguları hissetmek “ölümcül” bir risktir. Van der Kolk, şu çarpıcı tespiti yapar aynı zamanda; “Travma, zamanı dondurur.........

© T24