Arayan bir insandan yanıt arayan bir soru yaratmış yaradan
Diğer
30 Kasım 2025
"Gönlümü çekse de yârin hayali
Aşmaya kudretim yetmez cibali
Yolcuyum bir kuru yaprak misali
Rüzgârın önüne katılmışım ben”
-Faruk Nafiz Çamlıbel
Gazâlî’nin hayatı, bir insanın tek başına bir medeniyeti nasıl sarsabileceğinin en sarsıcı ispatıdır. Önce kendinden sarsılmaya başlamışsa tabii! 1058’de, Tûs’un Gazâle köyünde, yün eğiren bir babanın evinde doğdu. Baba öldüğünde çocuk yedi yaşındaydı, yanında bir başka küçük çocuk. Geriye kalan üç beş kuruşu da bir sûfî yedi, sonra iki yetimi kapı dışarı etti. Gazâlî, açlık nedir erken öğrendi; ama açlığın içindeki o boşluk, daha sonra bütün bir ömrü dolduracak ateşin ilk kıvılcımı oldu. On sekizinde Nişâbur’a vardığında, İmamü’l-Harameynel-Cüveynî’nin önünde diz çöktü. Dizlerinin dibinde benim de oturduklarım oldu, “Bağbân bir gül içün bin hâre hizmetkâr olur” amma bakıp bana “ben”den başka bir şey söylemeyen o dizler çürüsün isterim şimdi. Cüveynî, ona Aristo’yu, İbn Sînâ’yı, Fârâbî’yi, kelâmı, fıkhı, mantığı, her şeyi öğretti. Gazâlî hepsini yuttu, sindirdi. Bizimse, dizlerinin diplerinde oturduklarımız bizden bütün benliğimiz dâhil neyimiz varsa almak istedi. Vermedik tabii! Zaten bizim olmayanı başkasına nasıl verelim ki? Gazâlî, yirmi beş yaşına gelmeden hocasının yerine ders verecek hale geldi. Cüveynî ölürken “Bu çocuk beni kelâm denizinde boğdu” diye feryat etti. 1091’de, otuz üç yaşında, Selçuklu veziri Nizâmülmülk tarafından Bağdat Nizâmiye Medresesi’nin kürsüsüne oturtuldu. O kürsü, İslam dünyasının kalbiydi, Batı’dan gelip onu dinleyenler oldu. Yüzlerce talebe, Halifeler, vezirler, kadılar, herkes ayaklarının altındaydı. Dersleri biter bitmez saraylar kapılarını açar, altınlar akarmıştı.”Sınanmak nedir?” diye soruyor musun? Bu kadar gücün altında insan bir başına nasıl durur? Cevap ver! Sınanmadığın soruya cevap veremezsin. Gazâlî, şöhretin zirvesindeydi, bir güneş gibi. Ama bir şey eksikti. Güneş de her gün batıyordu tabii. İçinde bir boşluk büyüyordu. Benim içimdeki boşlukla neredeyse paralel gibi. Geceleri uyku tutmaz olmuştu. Ölümü düşünüyordu. Kâinatta ölümü düşünmekten başka hakikat mi vardı zaten? “Bu kadar ilim, bu kadar makam, bu kadar alkış… Ya yarın ölürsem?” diye düşünür olmuştu. Gel günler, geç günler, bir muğlâkta asılı kaldı. Bir şey bekliyor, ne beklediğini de bilmiyordu. Demek ki âlimlerin de bilmediği bir şeyler varmıştı. On sekiz bin âlemi köşe bucak bilen mi varmıştı?
Çok küçükken Gazâlî hakkında bir kıssa dinlemiştim. Birden ders esnasında tutulup kalmış dili, onlarca dinleyenin bakışları arasında sanki birden durduğu yer yarılmış da içine düşmüştü. Yerinden kalkıp avluya çıkmış, akşama kadar bir taşın tepesinde güneşin altında dönerken çöken karanlıkla birlikte kaybolan bir gölgeyi izlemişti. Zamanı gösteren bu taşın tepesindeki güneş batıp karanlığa gömüldüğünde her şey, ortadan kaybolan Gazâlî için birçokları “şüphe etti, şirke düştü, Mecnun oldu, yürüdü gitti, kayboldu” demiş. Alıp başını insanın gitme isteğini bu kıssayı dinlerken rüyalar gördüğümde hissetmiştim ben de. Gitmeli insan tabii gitme isteği içinde birden alev aldığında, ama nereye? Ben ki dünyaya en yerleşik kişi bile hissettiğine göre bunu, insan elbette buralı doğmamış, buralı olamayacaktı. İnsanın evinde yayılıp oturduğu, kimseye hiçbir şeye ihtiyaç duymadığı zamanlarda bile sanki evinden çok uzaktaymış gibi “evini özlüyor duygusu” bu yüzdendir belki de. Gazâlî için çok net ve emin kuramasam da bu cümleyi, benim için de böyle. Tekrar tekrar başka hikâyeler içinde bulup kendini yeniden yaratılmış da bunun farkında gibi bir ruh hali içreler içre... Bir döngüde hapis olmaktan kötü olan da budur belki, bu döngünün içinde hapis olduğunu bilmek “ama neden?” bunu bilememek, buna bir son verememek. Gazâlî’nin farkına vardığı şey bu olabilir işte. Dirilmek ölüp........





















Toi Staff
Gideon Levy
Penny S. Tee
Sabine Sterk
Mark Travers Ph.d
Gilles Touboul
John Nosta
Daniel Orenstein