menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Sonunu bilmemek üzerine

17 1
14.09.2025

Diğer

T24 Haftalık Yazarı

14 Eylül 2025

Ben bu satırları yazarken Türkiye–Yunanistan basketbol maçı hâlâ sürüyor. Fark iyice açıldı, oyunun akışı belli bir yönü işaret ediyor, bundan sonra dönmez artık diyorum. Ama yine de kesin olan tek şey var, sonunu bilmiyorum. Siz bu satırları okuduğunuzda çoktan herkesin bildiği bir gerçeği ben şu an bilmiyorum; yazıyı yazdığım sırada yalnızca ihtimallerin, tahminlerin, belirsizliğin içinden yazıyorum. İçinde bulunduğum her an, bitmemiş olanın anıdır. Bu sebeple yazmak daima bir risk içerir, gelecek satırları nasıl bağlayacağımı bilmeden, ama onları kurmak zorunda olarak ilerlerim. Bir cümlenin sonu bile, yazıldığı anda henüz yazılmamıştır; yazının geleceği hep biraz bulanıktır.

Bu küçük örnek aslında gündelik hayatın en çıplak halini gösteriyor, biz olayların sonunu bilmeden yaşarız. Mesela hayatın gidişine çelme takan bir olayı anlatırken, oysa her gün gibi başlamıştı diye anlatırız. Yaşam, baştan sona açık uçlu bir deneyimdir. Sonuçları önceden bilseydik seçimlerimizin, umutlarımızın, hayal kırıklıklarımızın anlamı kalmazdı; her duygu, her karar bir tür “kapatılmış hesap”a dönüşürdü. O halde “sonunu bilmemek” bir eksiklik değil, deneyimin kurucu koşuludur. Felsefe, bu “sonunu bilmemek” meselesi üzerinde çok düşünmüş. Heidegger için insan varlığı, hep kendi “henüz olmamış”lığıyla tanımlanır, ölümün ne zaman geleceğini bilmeden yaşamak, varoluşun asli koşuludur. Kierkegaard ise umudu ve inancı, tam da sonucun belirsizliğinden doğan bir sıçrama olarak tarif eder. Geleceğin açıklığı, insanı hem kaygıyla doldurur hem de özgürleştirir. Eğer geleceği önceden bilseydik, seçim diye bir şey olmazdı; risk, cesaret, sorumluluk ortadan kalkardı. Belirsizlik, yalnızca kaygının kaynağı değil, özgürlüğün de zemini olarak düşünülmelidir. Bu nedenle, insan deneyimi daima yarım kalmışlıkla, tamamlanmamışlıkla, başka türlü olabilme ihtimaliyle birlikte var olur.

Sanat eserleriyle kurduğumuz ilişki bu bilmezlik duygusunu farklı şekillerde sahneye koyar. Bir roman okurken, sonunu aslında elimizde tutarız, kitabı ortasından bırakıp son sayfaya gitme imkânımız her zaman vardır. Yani anlatının kapanışını avucumuzda taşırız. Oysa bir film ya da tiyatro oyunu izlerken bu ihtimal ortadan kalkar; zamanın akışı üzerinde kontrolümüz yoktur, sonu öğrenmenin tek yolu beklemektir. Bu basit fark, sanatın anlatı biçimlerinin “son” meselesini nasıl kurguladığına dair önemli bir ipucu da verir. Anlatı, bir yandan kapanışı zorunlu kılar, diğer yandan sonu bilmeden sürüp giden bir deneyimi sahneye taşır. Roman........

© T24