Marksizm ve sinema: Devrimci bir estetik miras
Karl Marx’ın üç ciltlik Das Kapital adlı başyapıtı ile Friedrich Engels ile birlikte kaleme aldığı Komünist Manifesto (1848) 19. ve 20. yüzyılda sayısız sınıf mücadelesi ve ulusal kurtuluş hareketi üzerinde derin bir etki bırakmıştır. Marx, kapitalizmin teknolojik ilerlemeler sağlasa da özünde insan sömürüsüne ve kâr maksimizasyonuna dayalı yapısal bir çöküş içerdiğini öne sürmüştür. Kapitalizmin zamanla “modasının geçeceğini” düşünen Marx, özellikle Komünist Manifesto’da komünizmin ancak bir toplumsal devrim yoluyla hayata geçirilebileceğini savunmuştur.
Marx’ın devrimci düşünceleri, Lenin, Troçki, Mao Zedong ve Che Guevara gibi sonraki kuşak Marksistler tarafından siyasi pratiklere dönüştürülmüş, bu liderler Marksizm’i anarşizm gibi diğer antikapitalist ideolojilerle harmanlama çabası gütmüştür. Stalin’in iktidarı döneminde ise Batılı Marksistler -Gramsci, Althusser, Adorno, Horkheimer ve Marcuse gibi düşünürler- Marksizm’i yeni toplumsal sorunlarla ilişkilendirerek derinleştirmiştir. Bu entelektüeller, sınıf mücadelesi odaklı analizleri Freudculuk gibi kuramlarla birleştirerek, Marksizm’in ırk, toplumsal cinsiyet ve kültür gibi geniş alanlara yayılmasını sağlamışlardır. Özellikle Frankfurt Okulu düşünürü Walter Benjamin, sanat eserinin toplumsal bağlam içindeki yerini tartışarak, kültür eleştirisinin yönünü değiştirmiştir.
Marksist fikirlerin sanat alanındaki en dikkat çekici yansımalarından biri sinemada gözlemlenir. Her ne kadar ABD’nin kapitalist film endüstrisi Marksist ideolojiye karşı mesafeli olsa da sınıf çatışması temaları sinemanın başlangıcından itibaren varlık göstermiştir. D. W. Griffith’in Hoşgörüsüzlük (1916) adlı filmi, özellikle grevci işçilere karşı girişilen saldırıların dramatize edildiği bölümüyle toplumsal adaletin tarihsel bir........
© sendika.org
