Melankolik aylaklık
Jean Jacques Rousseau’nun ‘Yalnız Gezer’in Düşleri’ isimli eseri, başarılan, edinilen şeylerden epey sonra varlığı dinlendirmek için çıkılan yürüyüşleri tahayyül etmemize olanak verir. Yargılar tamamlanmış, elekler asılmıştır. Kitaplar kapanmıştır. Bundan böyle o, ne Rousseau, ne Jean Jacques, ne yandaş, ne karşıt ne de ‘birisi’ olmak zorundadır. Manzarada soluk alıp vermek için yürür.
Çalışmak, birikim yapmak, hiçbir kariyer fırsatını kaçırmamak için hep pusuda beklemek, bir mevkiye göz dikmek, iş yetiştirmek, rakipleri düşünüp endişelenmek. Bunu yap, şunu görmeye git, öbürünü davet et, sosyal ilişkilerdeki baskılar, kültürel modalar, iş yoğunluğu… Her zaman bir şeyler yapmak, peki ya ‘olmak’? Bunu sonraya bırakırız. Çünkü hep daha iyisi, daha acili, daha öncelikli olanı vardır. Var olmak yarına kadar bekleyebilir. Ancak yarın da öbür günün işlerini getirir. Ve buna yaşamak derler. Bu öylesine baskındır ki, boş zamanlarda bile bu takıntılı durumun izleri görülür. Ateş pahası tatiller, sosyal medyada aşırı mutlu görseller, pahalı akşam yemekleri saymakla bitmez. Bu tünelden insan ya melankoliyle ya da ölümle çıkar.
Kurban Bayramı tatili vesilesi ile havalimanları tatili fırsat bilip şehrin keşmekeşinden kaçmaya çalışan kitlelerle doldu. Yeni bir destinasyona daha ‘tik atmak’, “Bu tatilde de şuraya gittik” diyebilme dürtüsüyle çıkılan, gerçekte ne kadar fayda sağladıkları tartışılır keşifleri anlamakta güçlük çekiyorum. Hâlbuki derinlemesine yaşamak, bizim yerimize kimsenin........
© Şalom
