Bir Dokun Bin Âh İşit Kâse-i Fağfûrdan
Birlikte kazan-kazan siyasetinin ülke kültürü ve şartları açısından imkânsız olduğunu ima eden tüm “realiteler” sahaya dökülmeye devam ediyor. “O ayrı, bu ayrı” anlayışındaki egoizm, cürümleri birikmiş belli sınıfların imkânlarını yitirme itirafının gölgesinde kendini açık ediyor.
- BAHADIR KURBANOĞLU
- 23 Mayıs 2025
Başlıktaki sözler Gelibolulu Mustafa Ali Efendi’nin bir beytinden;
“Neş’e tahsîl etdiğin sâgar da senden gamlıdır
Bir dokun bin âh dinle kâse-i fağfurdan.”
(Neşe aradığın o kadeh, aslında senden daha dertlidir. Bir dokun bin âh işitirsin o zarif kâseden.)
Adeta memleketin hal-i pürmelalini, her kesimden “ah-vah” edişleri tanımlıyor.
Tamam, yanı başımızda bir Suriye devrimi belirdi ve riskler olsa da binbir türlü fırsatı ellerimize sundu.
Tamam, “Terörsüz Türkiye” niyeti ete kemiğe büründü, dinozor ulusalcılar hariç hemen herkes karınca misali bu hedefe bir damla su taşımaya hevesle koşmakta. Bu da ayrı bir güzellik, apayrı bir miladi devrim.
İşte tam bu anda insan, bu iki mega avantajın sistemik düzenlemelerle tam yol ileri bir avantaja evril(til)mesine, sekiz-dokuz yıldır yapılan hatalardan dönülmesine, sözde değil özde bir inkılabî dönüşüme kaynaklık etmesine şahitlik etmek istiyor değil mi? Ama gelin görün ki bu iki mega gelişmeyi taçlandıracak “normalleşme” hedefi siyasette kaybettirme riskini de barındırıyor. Birlikte kazan-kazan siyasetinin ülke kültürü ve şartları açısından imkânsız olduğunu ima eden tüm “realiteler” sahaya dökülmeye devam ediyor. “O ayrı, bu ayrı” anlayışındaki egoizm, cürümleri birikmiş belli sınıfların imkânlarını yitirme itirafının gölgesinde kendini açık ediyor. Neyi ne kadar umarsanız umun, o umutların herkesin kazandığı-kazanacağı atmosferlerin inşası için gerçek bir zihniyete dönüşebilmesi, ancak ve ancak cürümlere bulaşmamış temiz kadrolarla mümkün ama siyasetin ruhu ve gerçeği gereği o kadrolardan -evliyayı şaşırtan- bu ortamda bulabilmeniz mümkün değil.
Bu tabloya alternatif iddiasıyla ortada dolaşanlar da maalesef yine aynı ganimet kültüründen beslenmekte. Gücün ancak siyasetten elde edilen ganimet ve rantla, rakibe karşı bunlar vesilesiyle üstünlük kurarak ve toplumu propaganda araçlarıyla belli doğrultuda yönlendirerek elde edilip korunacağı inancı, döngünün çarklarını kırmayı imkânsızlaştırıyor. Taraflardan önce ikincisi retorikte doğruları savunup pratikte aslını ortaya koyamıyor; bilahare birincisi, pratikteki kayıpların telafisinde teorik doğruları ikincinin aleyhine dillendirerek pratikte bildiğini okumaya devam ediyor.
“İktisat-ahlak”, “emanet-siyasi ahlak” ilişkisini dilerseniz 14 asır öncesine kadar götürmek mümkün. Derin analizlerle, emekten, mülkten, yönetimden, ganimet paylaşımının ve ulufe dağıtımının meşru-gayrı meşru kültürel köklerinden, kavramların nasıl saptırıldığından dem vurmak mümkün. Ama bu akademik çaba kendi gerçekliğimize her zaman toslamaya da mahkûm. Hangi kimlik sahibinin gerçeği olduğundan önemsiz şekilde, vicdanları susturmak için en çok kullanılan atasözlerinden biri “Böyle gelmiş böyle gider”dir. Şuuraltında dahası da var elbette: “Sistem değişmez, biz günahkârlardan beriyiz ama kendi işimize bakarız! Bize yakın muktedire de ‘ehveni şer’ gereği tahammül ederiz.”
Bu coğrafyada en ahlaklımızın hali budur! İnandığı kitap/kadim kültür inkılaba/değişime/dönüştürmeye, o değişimin sünnetine/yasalarına atıflar yapsa da bu böyledir. Hayalperest olmaya gerek yok, maslahatlar ortada. Tersi bize ciddi kayıplar getirir. (Muktedire de öyle. Kendisinden rövanşizm gereği hesap sorulacak bir ortamın bile isteye karşı tarafa imkân olarak sunulmasına hangi cengâver izin verir? Savaşa kazanmak için girilir; her ne kadar Talut kıssası savaşın ahlakı, amacı, saflardakilerin erdemlerinin zorunluluğundan bahsetse de.)
O yüzden şuuraltı şu şekilde konuşmaya devam eder: ‘Bizden olanlar’ yozlaşmanın katsayılarını artırsa da bu böyle; zira diğerleri Moğollar hükmünde! E Moğollar kapımıza kadar erişmişse, aileyi, ahlakı, geleceği tehdit ediyorsa, geçmişte yaptıkları gelecekte yapacaklarının teminatı ise, mesele can derinden de öte bir varoluş meselesi ise ne yapabilirsiniz ki!
İşte Sayın Cumhurbaşkanı ve metin yazarları bu şuuraltını iyi bildikleri içindir ki cürümleri işlerken de, o cürümlerin faturasını kendilerine dönük eleştiri oklarını eleştirenlere yöneltirken de güvendikleri habitat budur!
Sorun da zaten burada. Nelerin kazandıracağını denenmiş teoriler eşliğinde, postulat haline gelmiş doğrular mucibince istediğiniz kadar bilin. Eğer birkaç yüzyıl öncesinin Orta Çağ iktisat ve yönetim mantığı pratiklerini uygularken, o doğrular anbean kaybettireceğini hissettiriyorsa, o doğruları dilde siyaset haline getirse de, pratikte çanına ot tıkamaktan hiç gocunmaz. Zannedilmesin ki bu sadece bir egemenlik-muktedirlik sorunudur. Bilakis; zaten sorunu da büyüten budur! Alternatif olarak konumlanmış olanlar da pratikte bundan başka bir modele yaslanmayı bilmemekte, teorik doğruların zihniyetsel dünyasına şahitlik etmeye yanaşmamaktadırlar. Çünkü ömür kısa, dünya geçicidir.
Şimdilerde, iktidarın, yıllarca muhalefetin kullandığı eleştirileri bir kalkan misali kendini korumada kullanabilmesi cesaretini de buradan aldığını bir kez daha hatırlatmak gerek.
Gemi Metaforuna Sarılmak: İhtiyaçlar Baki Ama Gerçekler Kaybettirici
Mesela, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın MÜSİAD Genel Kurulu’nda millete sesleniş konuşmasını ele alalım. Dinlerken birçoğumuz kulaklarına inanamamıştır. Doğrusu bu noktada ilk elden metin yazarlarını tebrik etmek lazım. Belli ki muhalefetin sekiz-dokuz yıllık eleştirilerini dikkatle biriktirmişler, alt alta sıralamışlar ve Cumhurbaşkanı’nın önüne koymuşlar.
Sanırsınız ülkede bir iktidar var ve ana muhalefet lideri sayın Erdoğan da onu paylıyor! Muhalefetteki Erdoğan, iktidardaki Erdoğan’a öyle sözler söylüyor ki insan şaşıp kalıyor. Belli ki metin yazarları tez çalışması yapar gibi, muhalefetin yaptığı siyasi ve politik eleştirilere kafa patlatmışlar yıllarca. Müjdeler içeren ve falcılara taş çıkartan pasajlar bir yana son cümleden başlayalım.
Bakın ne diyor Sayın Cumhurbaşkanı:
........© Perspektif
