Floransa Bienali’nde Bir Sanat Yolculuğu
Floransa’ya ilk gidişimdi. İçimde tarifsiz bir heyecan vardı. 39 kiloluk bir valizle, parçalanmış haldeki şaseleri taşımak bile başlı başına bir mücadeleydi. O kadar hazırlık, emek, stres… Hepsi o anın içindeydi. Ertesi gün Almanya’dan çok yakın arkadaşım, moleküler biyoloji ve DNA uzmanı Dr. Cevza Esin tunc geldi. Onunla birlikte fuar alanına gidip şaseleri monte ettik, resimleri yerleştirdik, alanı hazırladık. Her detayla ilgilenmek gerçekten yorucuydu ama sonunda işlerimizin orada, o büyük sahnede yerini alması bütün yorgunluğu unutturdu.
Fuarın başladığı gün heyecanım birkaç kat arttı. Çünkü bu sergiye aylarca hazırlanmıştım. Bienal’in merkezine kendi resimlerimizi koymak, o emeği dünyanın sanat başkentlerinden birinde temsil etmek benim için çok anlamlıydı. İnsanların gösterdiği ilgi ise inanılmazdı. Herkesin telefonunda artık bir Elif Erdem tablosu, bir mücevher fotoğrafı vardı. O an hissettiğim gururu tarif etmek zor.
Ama en ilginç kısmı şuydu: kimse elbisemin yağlı boya tuvalet olduğunu anlamadı! İnsanlar dokunana kadar kumaş sandılar. Bir noktadan sonra o kadar çok kişi elbiseme dokundu ki, artık sayamadım bile. O sahnede yer almak, insanlarla birebir temas etmek, onların merakını görmek çok güzeldi.
Her şey gayet iyi gidiyordu… ta ki ikinci gün Bienal turuna çıkana kadar.
O zaman fark ettim ki seçki artık eskisi gibi değil. Bienal biraz fazla genişlemiş. Amatör denilebilecek ressamlarla aynı karede, aynı duvarda yer almak tuhaf bir histi. İstanbul Bienali’ni her zaman “Şampiyonlar Ligi” gibi görmüşümdür. Orada sergilenen her iş belirli bir çizginin üzerindedir. Ama Floransa’da maalesef aynı kalite standardını göremedim. Çok iyi işler vardı elbette, ama düşük işler hiç olmamalıydı…. Bienalsin sen !;))
Asıl şaşkınlığımı ise ödül töreninde yaşadım. Amerikalı bir ressam, Frida Kahlo’nun neredeyse birebir aynı resmini — sadece erkek versiyonu olarak — yapmıştı. Ve ödül aldı. Bu benim için büyük bir hayal kırıklığıydı. Çünkü eğer mesele “hikâye” anlatmaksa, o zaman bu bir hikâye yarışması olmalıydı, Bienal değil. O mantıkla ben de Edvard Munch’un Çığlık tablosunu Gazzeli bir çocuk olarak yeniden çizebilirdim. O da “karanlığın içindeki aydınlık” olabilirdi belki…
Ama mesele sanat olmalıydı, sembol değil.
Ve bizden siyasi resim yapmamamız istendiği için, maalesef bu hakkımı daha sonrasına saklayabilirim dedim…
Yine de bu deneyim benim için çok değerliydi. Dünyanın dört bir yanından gelen sanatçılarla tanışmak, fikir alışverişi yapmak, farklı ekolleri görmek çok ilham vericiydi.
Ama bir gerçeği de göz ardı edemem: sanat dünyası artık bir “sanatçı havuzu” gibi işletilmemeli. Çünkü herkesin bir arada olduğu o büyük havuzda, gerçekten yüzebilenlerle yüzemeyenler aynı suda buluştuğunda, o suyun berraklığı bozuluyor.
Ve elbette, dünyanın değişmeyen tek kuralı burada da geçerliydi: kim büyük sponsorsa, ödüller onun etrafında toplanıyor.
Bu yıl Çin’in aldığı ödül sayısı bunun en açık göstergesiydi.
Fakat……
Bir Tebrik:
Bu noktada takdir etmeden geçemeyeceğim: cam enstalasyon dalında ikincilik ödülü alan Sevgi Taner’i içtenlikle tebrik ediyorum. Orada bir Türk sanatçının ödül alması hepimiz için büyük bir gurur kaynağıydı.
Bu başarı beni gerçekten mutlu etti.
Keşke Bienal jürisi aynı hakkaniyeti ve objektifliği........





















Toi Staff
Gideon Levy
Tarik Cyril Amar
Stefano Lusa
Mort Laitner
Sabine Sterk
Robert Sarner
Ellen Ginsberg Simon
Mark Travers Ph.d