Gökler, Bulutlar ve Hayatlar
Bizi hayatta tutan, bize hayatı sevdiren şey nedir? “Gök parçası, dal demeti, kuştüyü” mü? Alışkanlıklarımız değil, dünyaya alışmak zorlaştırıyor ölümü. Bak serçeler daldan dala konuyor dışarıda. Bak gök bir mavi, bir beyaz, bir gri… Bak, suyun sesi geliyor ormanın içinden. Bak, çakıl taşları nasıl da parlıyor güneş altında. Çocuk sesidir duyduğun, sokaklardan çağlayarak kanına karışan. Bir at kişniyor, bir horoz öttü, bir buğu yükseliyor çimenlerin üstünden… Geceleyin yıldızlar serpiliyor gözlerinden içeri, sabahları çam kokuları dolaşıyor tenini… Bak, hayat orada, damar damar, kıpır kıpır, kımıl kımıl seni bekliyor. Mademki böyle, bu kadar sıcaktır hayat öyleyse neden doğarken ağlatan, yaşarken sevindiren, ölürken omuzlarımıza keder yükleyen o ezgilere kulak kabartıyoruz? Neden içindeyken kıymetini bilmiyor, kıyıya çekilince anlıyor, uzak kaldığımızda telaşlanıyor; tekrar, bir daha içine dalmak istiyoruz? Bir çocuk doğarken bütün yüzlerdeki o sevinç nasıl tarif edilebilir ve bir insan son nefesini verdiğinde aynı yüzlerde dolaşan keder bize neyi söyler? Hayır, yanılıyor şair, “Hayat bizim için dokunaklı bir şarkıdır” elbette ve ama ölüm de öyle. Mezarlıklar da parklar kadar yeşil, havalı; taziye evleri de konferans salonları kadar ciddi, ağırbaşlı. Ancak hayatın tam ortasında duranlar anlayabilir ölümü. Bildiklerimiz bize coşku veriyor vermesine ya, bilmediklerimiz de bir o kadar heves yüklü. Hüzünlü şarkıları da severiz oyun havaları kadar, değil mi? Neden gök yarılırcasına yağmur yağarken de pencereye koşar, o mavilik “gelin beni öpün” diye çağırırken........





















Toi Staff
Gideon Levy
Tarik Cyril Amar
Stefano Lusa
Mort Laitner
Robert Sarner
Andrew Silow-Carroll
Constantin Von Hoffmeister
Ellen Ginsberg Simon
Mark Travers Ph.d