Önder Özden yazdı: Otoriter gerçeklik ve çoğulluk muhafazakârlığı
Günümüz kapitalizmi altında yaşam her zamankinden daha acımasız görünüyor. Saldırganlık, adeta toplumsal dünyanın ortak dili haline geldi. Zayıfların, sosyal yaşamın dışına itilmişlerin cezalandırılması, tuhaf bir biçimde toplumsal bir haz kaynağına dönüşmüş durumda — çağımızı yansıtan huzursuz edici bir durum.
Artık zayıfın aşağılanması, dışlanması ya da kenara itilmesi öfke değil; tersine, tuhaf bir tatmin duygusu yaratıyor. Bu zalimlik her zaman fiziksel olmak zorunda değil; ideolojik, duygusal, psikolojik biçimlerde de kendini gösteriyor. Acımasızlık, insanların fikirlerinde, sözlerinde, hatta sıradan konuşmalarında bile beliriyor; zayıfa karşı küçümseme, toplumun olağan refleksi haline geliyor. Bu, gündelik hayatın derinlerine işlemiş, dağınık ama her yerde hissedilen bir zalimlik. Ve işte bu zalimlik, yalnızca bireyleri değil, birlikte yaşama imkanımızın kendisini de aşındırıyor.
Hannah Arendt, çoğulluğu insan olmanın bir koşulu olarak tanımlamıştı: başkalarıyla birlikte yaşamak, aynı toprakta yan yana yürümek, aynı yıldızlara bakmak. Bugün bu çoğulluk — birlikte yaşama koşulunun kendisi — tehdit altında demek pek de abartı sayılmaz. Çağımızın saldırganlığı yalnızca bireyleri değil, ortak dünyamızı da zedeliyor.
Arendt’in çoğulculuk kavramı, insan olmanın değil, insanların dünyada yaşadığı ve dünyayı mesken edindiği koşulu tanımlar. Hepimizin farklı olduğunun, ancak dünyayı paylaştığımızın kabulüdür. Farklılık, özgürlüğün ve siyasi eylemin kaynağı olmasına rağmen kırılgandır. Baskın bir zihniyet, başkalarının boyun eğmesinden zevk aldığında — toplumsal iç anlatı, herkesin birbirine karşı kışkırtıldığı sürekli bir savaş ve rekabet anlatısına kaydığında — bu çoğulculuk tehdit altına girer.
Bu bakımdan dünyamız, sadece uluslar arasında değil, toplumlar içinde de bir savaş zihniyeti tarafından giderek daha fazla tahakküm altına alınıyor: herkesin herkesle savaştığı bir dünya tasarımı veya her bireyin bir diğerine karşı hayatta kalma mücadelesi verdiği bir savaş alanı.
Zalimliğin sıradanlaşması, yalnızca bireyleri değil, onların birlikte yaşama imkanını da hedef alır; işte tam burada çoğulluğun kaybı başlar.
Bu dönüşümün sonuçları ise oldukça sorunlu. Çoğulluğun kaybı, her şeyden önce dayanışmanın ve özenin koşullarını ortadan kaldırır. Böyle bir atmosferde aidiyetten, birliktelikten söz etmek neredeyse imkansız hale gelir. Geriye kalan, yan yana ama birbirine yabancı bir insanlık — birbirini tehdit ya da rakip olarak gören bir topluluklar yığınıdır.
Eğer bu teşhis kısmen bile doğruysa, korunması gereken şey güç ya da katı gelenek de değil; birlikte varoluşun kırılgan ve çoğulcu bağıdır. Bu da, paradoksal biçimde, bir tür Önder Özden yazdı: Otoriter gerçeklik ve çoğulluk muhafazakârlığı gerektiriyor — geleneksel anlamda bir muhafazakârlık değil ancak bir tür çoğulluk muhafazakârlığı.
Bugün muhafazakârlıktan söz etmek garip, hatta bir ölçüde sorunlu olabilir. Çünkü bu terim çoğu zaman otoriterlik, hiyerarşi ve değişime dirençle özdeşleştirilir – haklı olarak. Geleneksel politik........





















Toi Staff
Gideon Levy
Tarik Cyril Amar
Stefano Lusa
Mort Laitner
Sabine Sterk
Robert Sarner
Ellen Ginsberg Simon
Mark Travers Ph.d