“Başkanlık Kenan Evren’le Başlayan Bir Tartışma"
Türkiye’de siyasal yaşam merkezden uçlara nasıl evrildi? 12 Eylül askeri darbesinin ardından siyaseti şekillendiren Turgut Özal iddia edildiği gibi Türkiye’ye çağ mı atlattı? Özallı yıllar bugünkü siyasetin öncüsü olabilir mi? Batıdaki neoliberal dalga Türkiye’deki siyasal yaşamı nasıl etkiledi? Tayyip Erdoğan ile Özal arasında benzerlikler var mı? 1983-2002 yılları arasında merkez sağ partilerdeki iç rekabet ve kopuşlar, partilerin birbirleriyle yaşadığı çekişmeler, merkez sağ ile doktriner sağ arasındaki ilişkiler merkezi nasıl dönüştürdü? Sorularımızı Merkez’den Uç’lara Neoliberal Dönemde Türkiye’de Sağ Siyaset kitabının yazarı İstanbul Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Güven Gürkan Öztan yanıtladı.
Özal için bugünkü siyasetin mimarı diyebilir miyiz?
Özal olmasaydı 12 Eylül’ün tasarımının kitleler nezdinde bu kadar makbul hale gelmesi mümkün olmazdı. Sivilleşmeyi sadece sandıktan çıkan kişinin başbakan olmasıyla eşitleyen birinden söz ediyoruz. 1982 Anayasası ile açıktan hiçbir biçimde mücadele etmemiştir. Bununla mücadele etmeyi kendisine görev edinen insanların da siyasal alanlarını sistemik olarak daraltan bir kişi. 1980’ler Türkiye’sinin kurduğu yeni meşruiyet rejimi daha sonra krize girmeye gebe bir meşruiyet biçimidir. Onun içinden bugünkü rejim doğdu. Özal’a dair Türk sağının yarattığı mitlerin ne kadar gerçeklikle örtüşmediğini anlatmak için kitapta bir sürü örnek vermek zorunda kaldım. Örneğin bu askeri mangayı şortla denetleme meselesi değil! Gerçek anlamda sivilleşme, yurttaşlığa ait değerlerin belirleyici olduğu bir siyaset biçimi yok! Özal siyaseti bunun tam karşı kutbunu oluşturur.
12 Eylül sürecinden sonra cezaevlerindeki şiddet olayları, insan hakları ihlalleri devam ediyor. Raporlar hazırlanıyor ama dikkate alınmıyor. “Cezaevlerinde şiddet yoktur” deniliyor.
Hatta gazetecilik meselesinde de aynı bugün olduğu gibi “Onlar gazetecilik faaliyeti için içeride değiller” deniliyor.
YÖK’ün kurulma süreci var.
ANAP hükümetinin üniversiteler üzerindeki denetimi tam da 12 Eylülcülerin istediği biçimde oluyor. Özal “Türkiye 80 öncesini bir daha yaşamak istemiyorsa bizi seçmelidir” demiştir. Bu halkın seçimine ipotek koymak demektir. AKP’li yıllarda da bu söylem “Eğer bizimle kazandığınız hakları, özgürlükleri kaybetmek istemiyorsanız bize oy vermeye mahkumsunuz” mesajına dönmüştür. Türkiye sağının kendi iç ilişkilerindeki dönüşüm Türkiye’de demokratikleşememenin de öyküsünün bir parçası.
NEOLİBERAL SÜREÇLE TÜKETİM TOPLUMUNA DÖNÜŞTÜK
12 Eylül’ün ardından Turgut Özal ve ANAP’ın yükselişini uluslararası politik bağlama nasıl oturturuz? Neoliberalizm Türkiye’deki siyasal yaşamı nasıl etkiliyor?
Özal dünyadaki yeni sağ dalganın bir parçası ama bu topraklara özgü nitelikleri var. Bunlar Reaganizm ve Thatcherizm’dan ayırt edebileceğimiz özellikler. Çünkü bir darbe sonrasında bu imkana kavuşmuş oluyor. Ordunun kendisinin bir ekonomi politikası yok! 24 Ocak Kararları darbeden daha önce alınmış kararlar. Bu kararların uygulanmasında nasıl bir yol izleneceğine dair en ufak bir fikirleri yok! Bu anlamda teknokrat desteği aslında izlenecek neoliberal politikalar için gerekli siyasal çatının kurulması anlamına geliyor. Cuntacıların yaptığı buydu. 1982 Anayasası birçok özelliği itibariyle neoliberal siyasetin otoriter devletçilik adı verilebilecek sürecin başlatılmasına imkân tanıdı. Bunun da ayırt edici vasfı yürütmenin güçlendirilmesi oldu. Neoliberal siyasetin Türkiye’ye uyumlaştırılmasında birtakım temel başlık tespit edebiliriz. Birincisi yürütmenin yasama ve yargı karşısında güçlenmesi, devletin zor aygıtlarında görülen yapısal bir değişim, siyasetçi profilinde ortaya çıkan dönüşüm, Türkiye’de devlet-toplum ilişkilerinde sağcılaşma diye tarif edebileceğimiz bir şeyin popülerleşmesi ve bütün bunlara eşlik edecek şekilde aslında hem 80’leri hem 90’ları kapsar şekilde toplumun habitusunun dönüştürülmesi. Yani daha üretim bazlı bir toplumdan tüketimle kendini var eden topluma doğru dönüştürmek. Depolitizasyon diye tarif edilen işte bu süreç.
1983-2002’li yıllar arasını incelediğinizde bugünkü siyasal atmosferle ve başkanlık rejimiyle nasıl bir bağ kurdunuz?
Türkiye sağının güçlü yürütme takıntısı 80’li 90’lı yıllarda geçirilen krizler neticesinde bir rejim tartışmasını beraberinde getirdi. Kenan Evren’in son bir yılında başlayan ve tüm 90’lara yayılan bir başkanlık tartışması vardır. Arka planında da sermaye fraksiyonlarının aradığı güçlü iktidar yapısı vardır. Sermaye 80’ler sonu ve 90’lar başında bu konuda mutabık kalamamıştır. Aynı şekilde doktriner sağın da rejim değişikliği konusunda bir mutabakatından söz etmek mümkün değildir ama 2000 sonrasının değişimlerinin ipuçlarını verecek bazı doneler, cumhurbaşkanını halk seçsin, mümkün olduğu kadar yürütmenin sorumsuz kanadı devlet işlerinde aktif bir rol üstlensin gibi argümanlar 90’lı yıllardan itibaren çokça dillendirilmişti.
Özal’ın cumhurbaşkanı olduktan sonra hükümete müdahalesini de sayabiliriz belki.
Aslında bir fiili başkanlık sistemi deniyor. Fiili başkanlık sistemini denerken de temel bir şey var. Devletin asli fonksiyonları olan şeyleri kendisine bağlıyor. Dış işleri bürokrasisi, ekonomideki önemli kararların kendi bıraktığı ekiplerce alınması ve aynı zamanda da devletin güvenlik aygıtlarıyla doğrudan ilişkisi. Bunları yaparken de eski partisini bir çeşit cumhurbaşkanlığı konumundan yönetir olmak istiyor. Yani bir çeşit partili cumhurbaşkanlığı, adı konulmamış. Fakat ANAP buna müsaade edecek bir kompozisyona sahip değil! Özellikle Mesut Yılmaz’ın başbakan olmasından sonra bu istediği ölçüde gerçekleşemiyor. Temel meseleleri çözümün başbakanlıktan geçtiği yönünde. Bu yöndeki argümanlar İkinci Cumhuriyetçi tezlerle, yeni Osmanlıcı tezlerle kesişiyor.
Peki o dönem sermayenin başkanlık rejimine rızası var mı?
Sermaye açısından ilginç bir durum var. 90’lara baktığınızda aslında sermaye fraksiyonlarının en güçlü kanadı olarak görülecek TÜSİAD kapsamlı bir siyasal partiler kanununu da içeren reformdan ve anayasa değişikliğinden yana. Bu 1995 seçimiyle netleşiyor. TÜSİAD artık bir patron kulübü olmanın ötesinde, sanki Türkiye kamuoyunun genel çıkarına davranıyor gibi görünen sivil toplum elbisesi giymesi gerekiyor. Bülent Tanör hocaya hazırlattıkları rapor tipik bir parlamenter sistem savunusu ama aktörlere tek tek baktığınızda Koç’a, Sabancı’ya daha yarı başkanlık sistemini çağıran bir üslup kullanıyorlar. Bunun da ancak Türkiye’deki yönetim istikrarsızlığını sonlandırabilecek hamle olduğunu iddia ediyorlar ama hala tam bir mutabakattan söz etmek mümkün değil.........
© Gazete Pencere
