menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Ölümü İmgelemek: The Shrouds (2024)

5 0
01.06.2025

Sinemada ölümün temsilini; insan bedenine yüklediği anlamlar üzerinden yorumlarken sinemanın özdüşünümsel yapısını, yani kendine dair söylediklerini de göz ardı etmemek gerekir. Film kuramcısı Laura Mulvey’nin altını çizdiği üzere film, hareket ve hareketsizlik üzerinden inşa edilmiştir. Film şeridinde hareket etmeyen, donmuş fotografik imgeler, ölümü simgelerken saniyede 24 karenin cansız objelerde zamansal bir hayat/hareket illüzyonu yaratması, filmin dizinselliğini vurgular. [1] Sinema ise bu çelişkinin ortasından doğar. David Cronenberg’ün son filmi The Shrouds (2024); ölüm, zaman ve seyir arasındaki bu ilişkileri oldukça orijinal ve alışılagelmedik şekilde ele alan bir filmdir. Film, Karsh isimli girişimci bir iş insanının, karısı Becca’nın ölümünden sonra geliştirdiği dijital mezarlık konseptine dayalıdır. “GraveTech” adını verdiği bu teknoloji, insanların telefonlarındaki bir uygulamayla birlikte mezar taşlarındaki dijital ekranlar aracılığıyla sevdiklerinin toprak altında çürüyen bedenlerini seyredebilmesine olanak sağlar. Bu görüntüleme, ileri teknoloji kefenlerdeki X-ray kameralar ile mümkün kılınmıştır. Buradan da anlaşıldığı üzere, film ölümün sözde nihailiği ile sinemanın sağladığı zaman ve hareket illüzyonu arasındaki çelişkiye dikkat çeker. Ölümü bir son değil, bir süreç olarak yansıtırken seyircinin imge üzerindeki sahiplenici ve hükmedici tutumunu da Karsh karakteri üzerinden inceler.

Bir sanat olarak yalnızca 130 yaşında olan sinema, bu süre zarfında birçok biçimsel ve teknolojik değişim geçirmiş ve görsel bir araç olarak kendi süreçlerini sorgulayan bir sanat dalı olmuştur. Mulvey, filmi – materyal film şeridini – bu lensle incelerken, ölüm ve sinema arasındaki ontolojik bağlantılara dikkat çeker. Sinema yaşlandıkça bu mekanik ve kimyasal teknoloji, yani film şeridi ve projeksiyon, yavaş yavaş yerini elektronik olana, daha da dramatik biçimde dijital olana bırakmıştır. 1997 yılında filmlerin dijital formatta, DVD olarak pazarlanmaya başlamasıyla birlikte sinemanın yüzüncü yılına eşlik eden yaşlanma ve ölüm duygusu da eski ve yeni medya arasında bir ayrım yaratan bu teknolojinin gelişmesiyle şekillenmeye başlamıştır. Bu durum, doğal olarak seyirci ve film arasındaki ilişkiyi tamamen yeniden şekillendirmiştir. Filmin maddeselliği ve analog imgelerin getirdiği zaman ilişkileri, video teknolojisiyle birlikte farklı anlamlar almıştır. Seyirci, dijital formattaki filmi durdurabilir, geriye ve ileriye alabilir. Filmin zamansal akışında bir nevi söz sahibidir artık. Dijital platformların döneminde bu daha da ön plandadır. Seyircinin deneyimi üzerinde bu derece kontrol sahibi olması, sinemanın biricikliği kavramının yeniden düşünülmesini gerekli kılar.

Deleuze, sinemayı kendine has bir şekilde düşünce sunan bir aygıt olarak görür. Sinemanın biricikliği de özgür bir sanat biçimi olarak düşünce imgeleri yaratmasından geçer. [2] Yeni teknolojiler, bu düşünce imgelerinin sunuluş şeklini ve bağlamını devamlı olarak değiştirir. Karsh böyle bir ikilemin içindedir: Elinde, karısının ölü bedeni üzerinde ona tam kontrol sağlayan bir teknoloji ve bunun getirdiği zevk; öte yandan da dış etkenler ve geçmişin, bu deneyim üzerindeki kontrolü tehdit eden etkileri yer alır. Laura Mulvey’nin Deleuze’un zaman-imge ve Freud’un........

© Film Hafızası