"Kötülülüğün Sıradanlığı"ndan Travmatik Kötülük Endüstrisine Gazze Aynasından Bakmak
Gazze Aynasında Zulüm Endüstrisi, Yargılanma, Yok Etme ve Teşhir Etme
Nazi Almanyası’nda Yahudilerin toplama kamplarına ve ölüme gönderilmesinden sorumlu Adolf Eichmann’ın Kudüs’te yargılanma sürecini izleyen Hannah Arendt, Kötülüğün Sıradanlığı Adolf Eichmann Kudüs’te başlıklı eserinde, Hitler’in iktidara geldiği 1933 yılından hemen sonra Eichmann özelinde Alman halkının, milyonlarca Yahudi’nin toplama kamplarında ve gaz odalarında telef edilmesi ile sonuçlanacak kötülükleri bizzat gerçekleştirerek nasıl suç işledikleri, kötülüklere yardım ve yataklık ederek, göz yumarak ya da sessiz kalarak insani sorumluluk duygusundan nasıl uzaklaştıklarını sorunsallaştırır. Arendt, kötülükleri işleyen ve kötülüklerden sorumlu olanların bir canavar, zorba, sadist ve şeytani ruhlu kişiler olmadığını, Eichmann gibilerin çok olduğunu, hatta dehşet verici ve ürkütücü derecede ‘normal’ bireyler olduğunu belirterek kötülüğün bu derecede nasıl sıradanlaştığının, banalleştiğinin ve basitleştiğinin nedenlerini sorgular. Savunmasında, neden bu suçu işledin diye sorulduğunda Eichmann’ın, mecbur olduğunu, yaptığının sadece emirleri yerine getirmek olduğunu, üstelik yaptığının yasalara uygun olduğunu, görevi neyse onun gereğini yaptığını, kendisinin Yahudi soykırımdan sorumlu olmadığını sadece Yahudilerin naklinde görev aldığını, özel hayatında Yahudi komşuları hep iyi ilişkiler içinde olduğunu, müşfik bir baba ve sadık bir olduğunu sürekli basmakalıp sözlerle tekrarlaması karşısında Arendt, Eichmann’ın “ne sapkın ne de sadist’ olduğu, ahlak dışı bir canavar ve doğası gereği kötü olmadığı, sadece yükselme hırsından, otorite ile özdeşleşmekten ve dişlinin bir parçası olmaktan kaynaklı kötü bir niyeti olmadan kötü şeyler yapan bir bürokrat olarak kötü eylemlerinin gerçekliğinden koptuğu yani düşünme, muhakeme etme ve yargı yetisini kaybettiği için suç işlediği sonucuna varmıştır.
Arendt’e göre bu “banal kötülük” politik bir kötülüktü ve Kant’ın iyi niyet ya da ödev ahlakında vurgulandığı üzere kötülüğün iyi niyet ya da kötü niyetle bağlantısının ötesinde totalitarizm gibi belirli politik koşullarda meydana gelebilen “radikal bir kötülük” idi. Radikal kötülük (radikal böse) kavramını Kant’tan esinlenerek kullanan Arendt terminolojisinde kötülük, insan doğasının kötülüğe meyilli olmasından kaynaklı hased, kin, çıkar, bencillik, çekememezlik, arzu ve benzeri insani duygularla izah edilemeyecek denli banaldir, sıradanlaşmıştır. Bunun nedeni de Nazi Almanyası’nda olduğu gibi kamusal müzakere, etkileşim ve farklı fikirlerin dolaşımının çökmesi sonucunda tek bir sesin (Führer ve Gobbels gibi propagandistlerin sesi) tüm sesleri bastırdığı bir ortamda bireysel düşünme, muhakeme etme ve yargı yetisinin dumura uğraması insanın içindeki vicdan ya da moral denilen iç sesisin körelmesidir. Bu bağlamda Arendt’e göre Yahudi soykırımı, âri bir ırk için tehlike ve tehdit olduğu algısıyla eşcinseller ve Romanlar örneğinde olduğu gibi insani bir duygudan öte Yahudi sorununun toptan çözümünü nihayetlendirecek şekilde Yahudileri temizlenmesi gereken ‘gereksiz’ görmekten kaynaklanmıştır. Daha doğrusu bencillik ya da çıkar kaynaklı yapılan kötülükte, kötü niyetten kaynaklı insanı araçsallaştırma ameliyesi söz konusu iken, kötülüğün sıradanlığında insanın tikel insan olarak görülmemesi, mensubu olduğu etnik gruba, dine, mezhebe ya da ideolojiye göre sınıflandırarak kurbanlaştırılması hâkim güdü haline gelmektedir. Bu durum, Arendt terminolojinde öncelikle hukuki ve siyasi insanın yok edilmesi, ardından insanın ahlaki kişiliğinin ortadan kaldırılması ve nihayetinde insan bedeninin imha edilmesi süreçleri ile yaşandığı vurgulanır. Soykırım ve katliamlarda bizzat suç işleyen ya da susarak ve göz yumarak........
© Fikir Coğrafyası
