menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Son Elli Yıldan Bir İlericinin Anıları

24 1
17.11.2025

Aynı soruyu geçen hafta K24’te arkadaşım Aksu Bora da kurcalıyordu.[1] Kişiyi anılarını yayınlamaya yönelten sebep nedir? Birçok etken olabilir. Bazen ortada öznesinin gurur duyduğu bir hayat vardır, ya da gizlemesi veya aklaması gereken bir suç: generalin, modacının, eski solcunun, işkencecinin, sihirbazın, sporcunun veya diplomatın anıları. Henry Kissinger veya Karl Lagerfeld kendi kalabalık ve renkli serüvenlerinin “herkese” ilginç geleceğinden ve kitabın yabana atılmayacak bir gelir bırakacağından emindirler – ücretli söyleşiler, konferanslar, imza günleri de cabası. Bazıları da yazdıklarının peşinen bir edebi türe, anı veya otobiyografi türüne ait olduğunu bilerek yazar: Rousseau’nun İtiraflar’ında henüz kararsız, deneysel bir nitelik taşıyan bu a priori edebîlik, Enis Batur veya Orhan Pamuk’un otobiyografik denemelerine geldiğimizde çoktan bir konvansiyona dönüşmüştür. Bilgi vermekle kalmıyor, lezzet de veriyordur – en azından bu niyetle yazılmıştır, türsel bir okur-yazar sözleşmesi gözetilerek.

Her hayat yazısında bir aklanma ya da haklı çıkma ihtiyacının payı olduğunu yadsıyamayız. Elias Canetti bile anılarının üç cildinde kendini överek değil ama başkalarını döverek karşılamıştır bu ihtiyacını. Bu mecranın okur ve yazarlarının bir sosyalist-feminist aktivist ve çevirmen olarak tanıyacağı Beril Eyüboğlu da Yolumu Ararken adıyla yayınladığı anı kitabını şu cümlelerle bitiriyor:

“Yolumu ararken elimden gelenin en iyisi yapmaya çabaladım hep. Bu süreç boyunca ‘Keşke’ dediğim zamanlar oldu ama hiç pişmanlık duymadığımı içtenlikle söyleyebilirim! Çocuk yetiştirmekten çalışma hayatına her şeyi ciddiye aldım. Ülkemde drliğin, adaletin, eşitliğin sağlanması adına kendi çapımda verdiğim uğraşların boşuna olmadığını biliyorum. İnsanlığın daha adaletli, daha anlamlı, daha ümitli bir hayat için mücadelesi her zaman olduğu gibi gene sürecek. Buna güveniyorum. Beni hậlậ ümitlendiren de bu.”[2]

Doksan yaşına gelmiş herkes bu kadar güven ve ümitle bakabilir mi hayata?

Aslında son cümlede geçen o “hậlậ” sözcüğü bile bizi düşünceye sevk etmeli: bütün her şeye rağmen, yaşanmış bunca acı ve sıkıntıya rağmen ümitli olmak gibi bir anlam da içermiyor mu? Eyüboğlu’nun kendisi de kitaba daha kuşkucu bir tonda başlamış:

Artık doksan yaşındayım. Görmüş geçirmiş bir insan sayılırım. Ülkemin ayrıcalıklı vatandaşlarından biriyim. İyi bir eğitim aldım. Kendi ayakları üzerinde durabilen, özgüvenli, yetişkin üç çocuğum var. Daha insani, daha yaşanabilir bir dünyanın hayalini kurdum hep. Çocuklarım da o yönde oldu. Bu uğurda ümidimi kaybetmemiş olsam da, dünyamızın, çocukların ve gençlerin geleceğiyle ilgili iyimserliğimi korumakta zorlanıyorum. Nậzım’ın “Güzel günler göreceğiz çocuklar…” beklentisi sanki giderek uzaklaşıyor (10).

Sondaki “hậlậ ümitliyim” sözü, baştaki bu “iyimserliğimi korumakta zorlanıyorum” sözünün içerdiği sıkıntıya karşı yazılmıştır sanki, o sıkıntıyı saklamak için değilse bile, en azından dengelemek, yatıştırmak için. Belki biraz da “her şeye rağmen…” diyebilmenin gururu için. Sol ömrüne 60’lı, 70’li yıllarda başlamış nice insana yabancı gelmeyecek bir duygu. Bloch’un “Umut İlkesi” bizlerde “umut görevine” tercüme olmuştu.

Ama kişisel doğrulanma ihtiyacından daha yakıcı, daha telafisiz bir kaygıya da cevap veriyor olabilir hayat yazıları: bizzat telafisizliğin kaygısı. “Çocuklarım Ayşe, Selim, Murat her üçü de hayatımı yazmam için beni teşvik etti. Ailenin en yaşlısıydım artık. Hafızamdaki hikậyeler giderek kaybolmaya mahkûmdu” (9). Geleceğe doğru değil de geçmişe doğru yaşamanın başladığı bir evrede çoğumuzun başına gelmiştir: Kậmuran Ablanın ilk kocasından boşanma sebebi neydi, şu apartmanın yerinde bir çay bahçesi yok muydu, yoksa bir tenis kortu muydu, Halef Hoca kırk küsur yaşındayken kapandığı o tepedeki kulübeden köye, aile evine inmeyi niçin reddetmişti, bizimkilerin Bakırköy’deki evlerinden kalkıp Nişantaşı’nın köşesindeki güzel Bayer Apartmanında sık sık (niçin?) ziyaret ettikleri Bursalı tütün tüccarı servetini ne zaman ve nasıl kaybetmişti, yirminci yüzyılın başında Giresun’dan Kayseri’ye medresede okumaya gelen çulsuz bir genç nasıl kısa süre sonra şehirde bir ev ile Talas’ta bağ sahibi olabilmişti, vb. Geçmişte soruşturmayı unuttuğumuz ya da zaten aklımızdan bile geçirmediğimiz bütün bir trivia, bir kayıtsız ve lüzumsuz bilgiler yığını, tam da cevap alabileceğimiz hiç kimsenin artık bu dünyada olmadığı bir evrede, bizim için en acil, en basınçlı merak konusu oluvermiştir. “Hikậyeleri maalesef yarım yamalak hatırlıyorum ve teyit edecek kimse de yok artık!” diye yazmış Eyüboğlu (11), “sözlü tarih” denen disiplinin de sınırına işaret ederek.

***

Yazar, kendisi için kullandığı “ayrıcalıklı” sıfatının bazı öğelerine değiniyor: Osmanlı paşası dede, Şehzadebaşı’nda (bugün en iyi ihtimalle yerinde yeller esen) konak, doktor baba, “Tarihi Adana Kız Lisesi” (orta okul) ile Arnavutköy Kız Koleji (lise), eşi Üner Eyüboğlu aracılığıyla İstanbul’da girdiği entelektüel Sabahattin Eyüboğlu ve Magdi Rufer çevresi, Ulus Mahallesi’nde daire ve........

© Birikim