Bitmeyen vedalar
Daha iki üç hafta önce bu köşeden yaşamımda önemli yeri olan, belki beni ben yapan isimlerin tuhaf bir tesadüfle hep bu ay veda ettiğini söylemiştim size.
Bilge Karasu, Tomris Uyar, Leyla Erbil, Sevda Şener ve şimdi de bu yıl art arda Pınar Kür ve Altan Öymen.
2 Temmuz 1993 Sivas Katliamı bu ülkenin aydınlığıyla derdi olan sağ ve gerici aklın sistemli öldürümleriyle kalabalıklaşan faili meçhul siyasi cinayetlerin toplu öldürüme dönüştüğü bir aydın kıyımıdır. Ardından Temmuz’un alıp götürdüğü birbirinden değerli isimlerle devam eder edebiyatımızın, yazın dünyamızın yaprak dökümü. Yoklukları bambaşka bir boşluk yaratan insanlar bunlar. Kayıp esasında ülkemizin.
Metin Altıok, Dörtlükler ve Desenler kitabındaki bir dörtlükte
“Eskiden insanlar vefat ederdi.
Ölümü ölerek ilk kez (Nurullah) Ataç getirdi.
Artık kimi ölürken, kimi vefat ediyor;
Yani önümüzde bir seçenek belirdi” der. Ne tuhaf oysa ona ve arkadaşlarına yaşama seçeneği sunulmadı. Öldürüldüler. Ve şimdilerde bunun dile getirilmesi, doğru ifade edilmesi bile çok görülüyor. “Hayatını kaybetti” diyorlar. Kendi seçimi ya da eylemi haline geliyor insanların bu dünyadan kayıp gidişleri. Oysa kaybeden biziz.
Yitirdiğimiz aydınların ardından olanca duygusuz ve anlamından koparılmış bu “hayatını kaybetti” cümlesiyle verilen haberler bu nedenle başka bir yanıyla üzüyor beni. Dilimizin de yitimiyle, klişeleşen kalıpların hoyrat savruluşuyla irkiliyorum. Dil ustalarının; özenle seçtikleri, her birine anlam yükledikleri düşünce ve duygularını ifade ederken yan yana dizdikleri sözcüklerden umarsızca koparılışı gibi geliyor bana bu söylem.
Neyi yitirdiğimizin farkında olanlar da bir bir yitip gidiyorlar. Oysa onlar toplumu uyandıranlar. Kendileri için değil başkaları için, artık var olmayacakları yarınları savunanlar. Çok acılar çekerek, çok bedel ödeyerek yaşamayı bilinçle tercih edenler. Deniz fenerleri.
Annem en sevgili dostu Bilge Karasu’nun ardından bir yazısında “Gün bitti yazık arkalarında” diyordu dinmeyecek bir yasla. Benim de aklımda onun bir gün apansız “Biliyor musun ben artık kimsenin çocuğu değilim.” diyiverişi onu yitirdikten sonra anlam buldu. Yıllar sonra aynı şekilde bir gün durup dururken bir tokat gibi yüzüme çarptı bu gerçeklik. Şu dünyada yapayalnızlık duygusuyla yüzleştiğim ilk andı. “Hiçbir şey yalnız kalmıyor. İnsandan başka dünyada...” Sonra bir bir yaşamın anlamını, sorumluluğunu bana anlatan, varlığıyla dünyaya anlam katan ‘sevgili’leri uğurladıkça yalnızlığım katlandı.
Annem; “Yaşamak bir süreçtir", “Yaşamak, eylemde bulunmaktır, mücadeledir", “Yaşamak, derin ve yoğun bir uğraştır” ... daha ... “Yaşamak yorulmaktır", “Yaşamak tüketmek ve tükenmektir” ya da “Üretmek ve dönüştürmek” diyor Niçin Diyalektik adlı kitabında. “İnsan doğruluğun ölçüsünü tamamen kendi deneyinde bulmalıdır. Görevinin; iradesini tanrının iradesine uydurmak değil, insan mutluluğunun koşullarını kavramak olduğu inancıyla yaşamalıdır.” saptaması bu kavrayışla yaşayan birini yitirenin acısını da derinleştiriyor bence. Yazı Bahçesinden kitabından bir alıntıyla birleştirerek daha iyi anlatabilirim belki bu duygumu. “Ve ölüm acısı çatallı bir acıdır. Her ölüm birçok bakımdan acı verir insana, ama acı terazisinin kefelerinde iki ağırlık tartışır birbiriyle… Ölene, öldüğü için acımak/kalana, öleni kaybettiği,........
© Birgün
