menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Muhalifler ihtimamla susturulur

16 0
20.09.2025

Asırlar boyunca Osmanlı egemenliğinde kalıp ardından sırayla İtalya, İngiltere ve Fransa’nın işgal ettiği geniş Libya coğrafyasında Birleşmiş Milletler’in kararıyla 1951’de yepyeni bir devlet kurulmuştu.

Krallığın hüküm sürdüğü ilk dönemden sonra Kaddafi 1969’da yönetime el koymuş ve 2011’de devrilip linç edilinceye kadar ülkeyi diktatörlük misali bir rejimle zapt etmişti.

İnsan haklarına verdiği ehemmiyet bir yana yalnız memleket ahalisinin değil tüm Arap dünyasının Arap kimliğini mühimsemesi gerektiğini savunan Mansur Raşit El-Kikya her türlü kolonyalizme ve emperyalizme karşıydı. Sorbonne üniversitesiyle taçlandırdığı eğitim sonrasında diplomasi dünyasında yükselmeye başlamış ve Libya’nın Birleşmiş Milletler heyetinde yer almıştı. Kaddafi’nin darbesi sonrasında prensiplerinden taviz vermeden yeni hükümetle de işbirliğini sürdürmüş ve mahpus hakları hususunda riskli çalışmalarda bulunmuştu. Akabinde kısa süreliğine de olsa Dışişleri Bakanı mertebesine yükselmiş, sonra da ülkenin BM’deki misyonunda kalıcı temsilci olmuştu. Filistin davası, bayraktarlığını yaptığı mühim meselelerinden biriydi.

Lakin iktidarı eline geçirdiğinde büyük ümitler bağlanmış Kaddafi’nin insanları yargılamadan infaz pratiği bardağı taşıran son damla olmuş ve Mansur Raşit istifa ederek yoluna gitmeyi seçmişti. 80’lerde Libya İnsan Hakları Derneğini kurduğu gibi Libya Millî İttifakını da hayata geçirerek başkanlığını yürütmüştü.

Fakat 1993 yılında Kahire’de katıldığı Arap İnsan Hakları Teşkilatı toplantısı sırasında ortadan kaybolmuş ve yıllar boyunca akıbeti hususunda kimse malumat sahibi olamamıştı. Paris’teki evinden tam çıkarken Libya İstihbarat Örgütü başkanı Abdullah Senussi’nin telefon etmesi aslında başına gelebileceklerin sinyalini açıkça veriyordu.

Hakkında yeni kotarılmış Babam ve Kaddafi (My father and Qaddafi) adlı belgeselin yönetmen hanesinde gördüğümüz kısacık Jihan imza özbeöz çocuklarından kızına ait. 82. Venedik Uluslararası Sinema Festivalinde yarışma dışı gösterilen 2025 Libya, ABD ortak yapımı 88 dakikalık film seyirciyi ilk saniyelerden itibaren ele geçirip sonuna kadar büyük duygusal yoğunluk yaşatıyor, iktidarların muhalifleri yok etme pratiğine yönelik öfkeyi tetikliyor ve hakkında fazla bir şey bilinmeyen Libya’nın mazisine teferruatlı bir ziyareti mümkün kılıyor.

Daima barıştan yana, inançlı demokrasi savunucusu, diyalog taraftarı gibi ifadelerle tarif edilen Mansur Raşit bilhassa yakından tanıyanlar için ziyadesiyle nazik, dost canlısı, yüzünden gülümsemesi asla eksik olmayan, etrafındaki insanlara huzur aşılayan bir şahsiyetti. Babasını küçücük yaşta kaybedip aslında beraber yaşanan herhangi bir hatırayı hafızasında tutamamış, sesini unutmuş kızı Jihan takriben 10 sene boyunca onun izini sürmüş, aynı zamanda kaçırılmasına ve yok edilmesine dair sırrı da tam manasıyla çözmeye soyunmuş. Mansur Raşit’i film boyunca öven ve her biri seyircide mutlaka hürmet hislerini tetikleyen tanıdıkları, akrabaları, meslektaşları ona mütefekkir, entelektüel, birleştirici gibi sıfatları münasip görüyor, askerî çözüm karşıtlığını ve Panarabizm hususundaki ısrarını her fırsatta dile getiriyor.

Filmde, sonradan Hitler’e model oluşturacak Mussolininin Libya’daki icraatına da yer veriliyor. Ülke nüfusunun neredeyse yarısına varan etnik katliamda faşist birlikler bölge halkını çöldeki toplama kamplarına sürerken bile insanlar yollarda sıcaktan ölmüştü. Sonradan pek dile getirilmeyen bu vaziyet ve hüsranla sona ermiş kurtuluş mücadelesi bir yana, Mansur Raşit Cezayir’in Fransa’dan bağımsızlık mücadelesiyle de yakından alakadar olmuştu.

Bu arada Kaddafi yönetimi coğrafyanın mazisinde yaşanmış acıları bertaraf edecek icraatlara imza atamadığı gibi üzerine tuz biber ekmişti. Cezaevlerinde yaşananları filmde aktaran bir şahit sabahtan akşama kadar yüksek volümde Kaddafi propagandasına maruz kaldığını, gece 10’dan itibaren nihayet sessizlik çöktüğünde ise ağlama seslerinin, ruhsal dengesi bozulmuşların çığlıklarının, ölüme terk edilmiş verem hastalarının öksürüklerinin yankılandığını hatırlıyor.

İnsan hakları savunucusu Mansur Raşit’in, çok sevdiği ve dirayetle hizmet ettiği memleketi mevzubahis olsa bile bu hakikatleri görmezden gelmesi mümkün değildi; dolayısıyla Senussi’nin eliyle ortadan kaldırılacaktı.

Filmi başından sonuna kadar sürükleyen şahsiyetin Jihan’ın annesi, Mansur Raşit’in metin, mert, cesur, zeki, mücadeleci ve daha birçok sıfatla tarif edebileceğim ressam eşi Baha Omary olduğunu söylemek şart.

Kocasının başına gelenleri ortaya çıkarabilmek üzere seneler boyunca yaptıkları arasında Kaddafi’yle çöldeki çadırında tek başına buluşup dikatatörün bir zamanlar dost muamelesi yaptığı eşi Mansur Raşit’in akıbetini sorması sayılabilir. Suriye kökenli ABD vatandaşı Baha, Merkezî İstihbarat Teşkilatı CIA’yı da aramalarına dahil etmiş fakat yıllar sonra sözkonusu teşkilattan gelen cevabın aslında hakikatin bir kısmını sakladığını hissiselimiyle anlamıştı.

Kaddafi linç edildiğinde ölümüne sevinip sevinmediği sorulunca Baha, herhangi bir ölümde kutlanacak bir şey olmadığını söylemişti.

Belgesele hâkim jeopolitik atmosferde ABD’nin parmağı fazlasıyla hissediliyor. Libya medyası zamanında ABD’yi sınırsızca suçlarken Kaddafiye’ye yönelik 28 darbe girişiminin CIA tarafından yapılmış ihbarlar sayesinde bertaraf edildiği tezatıyla da yüz yüze kalıyoruz.

Birbirinden değerli siyah-beyaz ve renkli arşiv filmleri dışında, kahramanımızı yakından tanımak açısından değerli röportajlar belgeseli aslında geleneksel formata dahil ediyor, ama gayet şahsî bir sinema eseri vasfına muhakkak ki halel getirmiyor.

Libya’nın Kaddafi sonrası Türkiye’nin de içine sürüklendiği kaotik durumu da, filmde Mansur Raşit’i ailesi tarafından aranma faaliyetiyle iç içe geçiyor.

Bu arada Libya’da suların halen durulmadığı aşikâr. Daha geçen gün Iraklı Kürt mültecilerin Avrupa’ya varmaya çalışırken Akdeniz’e atılmalarının, Libya devletiyle işbirliği halinde olup insan kaçakçılığı işini üstlenmiş milis kuvvetlerinin elinden olduğu ortaya çıktı.

Belgesele dönersek, film boyunca bize durmadan eşlik eden müzikler atmosferi katmerliyor, jenerikte duyduğumuz Ondokuz sene gülleri (Nineteen year roses) şarkısı Bisan Toron’un icrasıyla hislerimizi ziyadesiyle tetkikliyor.

Libya için çok değerli ve birikimiyle ender bulunabilecek bir şahsiyet olması bir yana, Mansur Raşit’in mutlu aile hayatından sinsice koparılışı demokrasiden nasibini alamamış rejimlerin hepsinde olduğu gibi muhaliflere tahammül edilemediğinin ve kimsenin gözünün yaşına bakılmadığının bir ispatı daha.

Filistin’de halen yaşanmakta olan insanlık trajedisi bir yana, Arap Baharı’yla ümitlenen Müslüman diyarların çoğunda bile devlet eliyle baskı, şiddet, işkence, kayıp vakaları, cinayetler ne yazık ki sıradan pratikler olmayı sürdürüyor.

(MT/AB)

Yüzyıllar boyunca Polonya şehirlerinde, çarşılarında, kiliselerinde ve pazarlarında Ermeni topluluklarının izleri görüldü. Ticaret yolları üzerinde kurulan bu bağlar, hem kültürel hem de ekonomik hayatı şekillendirdi. 2022’de patlak veren Rusya-Ukrayna savaşı ise, Polonya’daki Ermeni toplumunun yapısını ve kültürel gündemini yeniden değiştirdi. Peki, kimdir bu Polonya’daki Ermeniler?

16. yüzyılda Lviv’de Ermeni çarşısında bir muhasebeci, kervanların defterini tutuyor. Önce Muhasebeci sonra kesiş Martin Gruneweg’in notlarından yarı-özerk cemaatler, ticaret ağları ve kimlik dönüşümleri ve İstanbul’daki köle ticaretine dair bilgiler öğreniyoruz.

Her ne kadar Polonya’daki Ermenilerin genel tarihini anlatsam da, bu satırlarda kendi aile geçmişime dair sorular da var. 20. yüzyılın başlarında, Erzincan’ın Tercan ilçesinden askerlik bedelini ödeyemeyen üç genç, Osmanlı arşivlerine göre Romanya’nın Köstence kentine gitmişti. Ailemin yaşadığı köyden çıkan bu gençlerin hikâyesi, benimkine de dokunuyor. O dönemde Polonya’ya giden ticaret ve göç yollarının önemli duraklarından biri olan Köstence, buraya yerleşen bazı........

© Bianet