YASEMEN…
Yasemen Anadolu’nun bereketli topraklarında yetişen bir çiçek. Yasemen yalnızca zarafeti ve kendine has kokusuyla değil, taşıdığı derin anlamlarla da gönüllere dokunur.
Beyazın, kırmızının ve sarının en saf tonlarıyla hayat bulan bu narin çiçekten ilham alan nice anne baba, yüzyıllardır saflığın, masumiyetin ve iç huzurun sembolü olmuş bu çiçeğin adını; tertemiz bir başlangıcın, sevgiyle büyüyen bir geleceğin ve Anadolu’nun kadim ruhunun anlamını taşısınlar, hayatlarına umut, zarafet ve doğallık katsın diye çocuklarına isim olarak verirler…
***
Onu, yeğenim Selçuk’u ziyaret ettiğim olağan günlerden birinde tanıdım.
Hayatın bizi kimlerle, nerede ve ne zaman karşılaştıracağını, bazen ne kadar acı tanışmalara yer açacağını; yaşadığımız ve nefes aldığımız sürece yollarımızın kimlerle, nerede ve ne zaman kesişeceğini asla önceden bilemeyeceğimizi, tahmin ve öngöremeyeceğimizi ve en önemlisi de dünyanın aslında o kadar da büyük bir yer olmadığının bir kez daha farkına vardım.
Acı diyorum, çünkü o an yalnızca “toplumsal ve sosyal bağın ilk halkası olan” olağan ve sıradan bir tanışmanın değil; Türkiye’nin ve dünyanın gündemini uzun süre meşgul eden ulusal ve uluslararası bir terör örgütü ve onun işbirlikçilerinin kurduğu tuzak sonucu düşürülen helikopterde, hakiki ve gerçek tek reis, milletin adamı Muhsin Yazıcıoğlu’yla birlikte şehadete yürüyen bir gazeteci eşinin hayat hikâyesine tanıklık ediyorsunuz.
Bu derin acının, sessiz bir karşı koyuşun, bitmeyen adalet arayışının, sönmeyen umudun ve her kelimesine yüklenmiş büyük bir ağırlığın şahidi oluyor, genç yaşta eşini kaybetmiş bir kadının gözlerinde sabrı, duruşunda dirayeti, yüreğinde yası ve tüm bunlara rağmen yüzündeki o kırılgan tebessümü görüyorsunuz.
O kişi, yeğenim Selçuk’un mesai arkadaşı; şehit lider Muhsin Yazıcıoğlu ile aynı helikopterde olan gazeteci İsmail Güneş’in eşi Yasemin Güneş.
Evet… Karşımda, merhum gazeteci İsmail Güneş’in eşi duruyordu.
“Merhaba abi, ben Yasemin Güneş,” dediğinde; ona sadece “merhaba, ben Hasan Cangüven. Selçuk’un amcasıyım.” diyebildim.
Merhum İsmail Güneş için yürekten bir ‘rahmet’, kendisine ise ‘başsağlığı’ dilemekten başka söyleyecek bir söz bulamadım.
Üzerinden yaklaşık onaltı yıl geçmiş genç bir “Ölüm” için başka ne söylenebilir ki?
İnsan, böyle anlarda söze nereden başlayacağını, nasıl bir cümle kuracağını bilemiyor; kelimeler boğazına düğümleniyor, yetersiz kalıyor, sessizleşiyorsunuz.
Bir ölümün üzerinden yıllar geçse de acının rengi solmuyor; her ölüm kendi acısını, “düştüğü yerde” yakmaya, her tanışıklıkta yeni baştan yaşatmaya devam ediyor.
İsmail Güneş’in adını ilk kez; Büyük Birlik Partisi’nin kurucu lideri, ülkesine, devletine, milletine, bayrağına ve Kur’an’a bağlılığın, vatana adanmışlığın timsali, hakiki ve yegâne tek reis, Şehit Lider Muhsin Yazıcıoğlu’nun, 25 Mart 2009 tarihinde seçim gezisi için kiralanan helikopterin, Keş Dağları’nda, uluslararası bir suç konsorsiyumu olan FETÖ mensubu F1 ve F16 pilotlarının kurduğu hain pusuda, yapay türbülansla düşürülmesi sonucu, karla örtülü dağların zirvesinde şehadet şerbetini içen beş kişiden biri olarak duymuştum.
Türkiye Cumhuriyeti’nin bekasını, milli iradeyi ve milletin öz evlatlarını hedef alan bu planlı saldırı; sadece bir suikast değil, devletin kalbine ve direncine yönelmiş karanlık bir darbe teşebbüsüydü. O gün kaybedilen yalnızca büyük bir lider, milletin adamı........





















Toi Staff
Gideon Levy
Tarik Cyril Amar
Stefano Lusa
Mort Laitner
Robert Sarner
Andrew Silow-Carroll
Constantin Von Hoffmeister
Ellen Ginsberg Simon
Mark Travers Ph.d