Ermenilerin tutulamayan yası: Nahapet (Նահապետ)
Bu yıl, Anadolu’nun en eski halklarından biri olan Ermenilerin bu topraklardan sürülmesinin, yani soykırımın 110. yılı. Bir buçuk milyona yakın insanın yok olmasına neden olan, insanların sistematik olarak korkunç yöntemlerle katledildiği bu coğrafyada yaşanmış belki de en büyük felaketin yası henüz tutulabilmiş değil. Judith Butler, “Yas tutabilmek için önce kaybın tanınması gerekir” der. En yalın haliyle: Bu yası imkânsız kılan şey, Ermenilere yapılanların hâlâ inkâr ediliyor olması; dahası, kırımın çeşitli biçimlerde hâlâ sürüyor oluşu.
Bugünkü yazıda soykırımın yıldönümü vesilesiyle Ağrılı Hrachya Kochar Gabrielyan’ın aynı adlı novellasından uyarlanan, Sovyet Ermeni sinemasının önemli sinemacılarından Henrik Malyan’ın 1977 yapımı Nahapet (Նահապետ) filmini konuşmak istiyorum. Roman gibi film de, 1915 Ermeni Soykırımı’ndan sağ kurtulmuş fakat tüm ailesini yitirmiş bir adamın, Nahapet’in hikâyesini anlatıyor. Muşlu Nahapet, soykırımın travmasıyla yüklü geçmişini her gün yeniden yaşıyorken, Ermenistan Sovyet Cumhuriyeti’nde bir köyde sessizlik, yas ve yeniden inşa arasında sıkışmış bir varoluşun içine yerleşir.
Film, bireysel ve kolektif yasın iç içe geçtiği bir halkın tarihsel travmasına yakından bakarken, izleyiciyi geçmişin hayaletleriyle kuşatılmış bir karakterin yavaş yavaş yeniden doğuşuna tanıklık eder. Nahapet, kayıp ve yası olduğu kadar, yeniden doğuşu da anlatan; sinema tarihinin en güçlü ve dokunaklı ifadelerinden, ağıtlarından biri.
Yasta, acı dalga dalga çarpar
Sovyetler Birliği’nde, Ermenilerin kamusal alanda 1915 Soykırımı’ndan açıkça bahsetmeleri yasaktı. Dolayısıyla sinema, bu travmayı dolaylı göstergeler ve kapalı metaforik anlatılarla aktarmak zorunda kalıyordu. Nahapet ise, o tarihe kadar yapılmış filmler arasında soykırımı en açık şekilde temsil eden yapım olmuştur.
Film, izleyiciyi 1920’lerin başına götürerek jenerik öncesi uzun ve sessiz bir sekansla başlar. 1915 Ermeni Soykırımı’nın ardından ailesini kaybeden Nahapet, hayatta kalan tek birey olarak dağlara, taşlara karışmış bir halde filmin başında karşımıza çıkar. Issız ve çorak tepeler arasında bir ovada ağır adımlarla yürümektedir. Bu görüntü, yalnızca coğrafi değil, psikolojik bir kuraklığı da yansıtır.
Yolun ikiye ayrıldığı bir noktaya geldiğinde Nahapet duraksar, bir an düşünür, ardından yürümeye devam eder. Nihayetinde ulaştığı köydeki yarı yıkık kulübenin eşiğinde yeniden duraksar. İç mekâna adım atmadan önceki bu kısa tereddüt, izleyiciye hem Nahapet’in içsel dünyasını hem de mekânla kuracağı ilişkinin kırılganlığını hissettirir. Bu duraksamalar, sanki yalnızca fiziksel değil, aynı zamanda sembolik bir geçişin işaretidir.
Nahapet, uyumak üzere yatağına uzandığında, çöllere doğru ölüm yolculuklarına çıkan Ermenilerin hayalini görür. Büyük kalabalıklar zamanla küçük gruplara bölünür; yollar ayrılır, insanlar sessizce farklı yönlere dağılır. Muş’tan, Bitlis’ten, Diyarbakır’dan, Kars’tan ve Anadolu’nun dört bir yanından sürülen Ermenilerin arasında yer almaktadır kendisi de…
Freud’un........
© Yeni Yaşam
