menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Yanmayı öğrenmek

15 1
17.01.2025

Hikâye bu ya.

Zaman-ı evvelde, balta girmemiş ormanlarda farklı cins, tür, yaş ve hâllerdeki ağaçlar kendi aralarında lisân-ı halleri ile sohbete eder, hâlleşir, dilleşirlermiş. Sinek, böcek, kurt, kuş misâli hayvanlar da dikkatle onları dinlermiş. Ama onlar en çok kendilerini idrak sahibi bir insanın dinleyip ders almasını isterlermiş. Yanlarına bir insan geldiği zaman hemen seslerini yükseltirlermiş.

Günlerden bir gün, derviş ahvalli bir çoban o ormana gelip sürülerini salmış. Kendisi de gür bir ağacın dibine oturmuş. Hâlinden, hareketlerinden, gölgesinde dinlenen kişinin mütefekkir mizaçlı bir kişi olduğunu anlayan toru ağaç, az ileride yerde boylu boyunca uzanan kuru kütüğü kökleri ile dürtmüş.

“Ne bu hâlin?”

“Bu hâl benim kemal hâlim.”

“Hâlin kemalden ziyade zevale benziyor.”

“Zevale meyletmek de bir kemal hâlidir.”

Etrafındaki fidanlar, toru ağaçlar, yaş çalılar, yeşil otlar ve her nevi nebatat; kuşlar kurtlar, börtü böcek, vahşi, ehil bütün hayvanatla birlikte gölgesinde dinlenen derviş ahvalli çobanın da dikkatle, kütükle aralarındaki konuşmayı dinlediğini fark eden toru, kütüğe doğru biraz daha eğilerek sesini yükseltmiş.

“Kimden öğrendin bu hâlin kemal hâli olduğunu?”

“Hayattan.”

“Yeşil, gür, gürbüz, fidan, toru, meyvedar zamanların olmadı mı hiç?”

“Oldu elbet.”

“O zaman hayatı bilmiyor muydun?”

“Biliyordum.”

“O hâlleri taşırken neyi öğrenmiştin?”

“Yaşamayı.”

“Ya şu kupkuru odun hâlin?”

“Bu hâl de hayatın tabiî bir safhasıdır.”

Kuru kütüğün cevabına, dinleyen mahlukâttan ziyade soruyu soran yeşil toru şaşırmış. Çünkü hayata başladığında tanıdığı o kütük; kökünden dalına, kabuğundan yaprağına kadar yetişkin, hayat dolu, gürbüz, gür bir ağaçmış. Dallarına bülbüllerle, serçelerle, tûtilerle, turnalarla birlikte kartallar, doğanlar, şahinler de konar, kovuklarına sincaplar, tavşanlar, keklikler yuva kurarmış.

Bahar gelip çiçeklendiği zaman bağrını arılara açar bol bal özü almalarını sağlarmış. Özsuyundan larvalar beslenir, damla sakızlarına karıncalar üşüşürmüş. Aslanlar, kaplanlar hep onun etrafında dolaşır, dalları arasında maymunlar oynaşırmış. Onu, gölgesine yorgun-argın gelen yolcuların dinlenip zinde bir şekilde kalktığı zamanlardan beri tanırmış. Onun, yaş ağaç hâliyle odun vaziyeti arasında bir fark görmediğini anlayınca sormuş.

“Şu anda odunsun değil mi?”

“Kesip biçerek istif etseler odun olurum.”

“Odun neye yarar ki?”

“Yanar.”

“Şu kuru hâlinle hayattan neyi öğrendin?”

“Yanmayı öğrendim.”

“Yanmayı öğrenecek ne var?”

“Neden?”

“Atılırsın ateşe, gürül gürül, cayır cayır veya çıtır çıtır yanarsın.”

“Hepsi o kadar mı?”

“Tabiî başka ne olabilir ki?”

Kuru kütük, yeşil torunun cahilce cevabına üzülmüş. Fersiz nazarını etrafta gezdirerek kendilerini dinleyen diğer yeşil bitkilere bakmış. Onların da muhatabı gibi yanmayı, ateşe atılıp alevler arasında şeklini şemailini kaybetmek olarak düşündüklerini anlayınca onun şahsında diğerlerine de bir hayat dersi vermek istemiş.

“Sen de yanmayı öğrenmelisin.”

“Bu yaşta mı?”

“Öğrenmenin yaşı yoktur.”

“Ama zamanı vardır.”

“Yangının ne zaman çıkacağı belli olmaz.”

“Ben yaşım, onu sen düşün.”

“Unutma.”

“Neyi?”

“Kurunun yanında yaşın da yandığını.”

Derviş ahvalli çoban ağaçların kuru, yaş, yanma muhabbetine muttali olunca, onların bu nebatî sohbetini basit bir mükâleme telâkki ederek gülmüş. Yanmayı sadece ağaçlara has bir hâl zannederek insan olduğuna şükretmiş. Dili şükrederken hâline fahr........

© Yeni Asya