menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Tanrı yerel konuşur evrensel davranır

14 22
30.03.2025

Prof. Dr. Şahin Filiz yazdı…

Din Felsefesi, Dinler Tarihine göre daha genç sayılır. Yahudilik, dinleştirilmiş bir tarih olarak bu saptamaya kanıttır. Başka bir deyişle Yahudi teolojisi, İsrail oğulları tarihine yaslanır; tarih, bilim olarak ortaya çıkmak için her ne kadar 19. Yüzyılı beklese de bir kavmin Tanrı ile ilişkisinin teolojik öyküsü-en azından göksel dinler için-İsrail oğulları ile başlar. Ancak bu tarih, 19. yüzyıldaki bilimsel tarihten çok, büyük ölçüde öyküleme ile kurgulanan bir anlatıdır. Yahudi tarihinde Tanrı öznelik payesine kavuşturulmuş gibi görünse de tarihin öznesi ve nesnesi insandır. Öyküyü kuran ve bu öyküde rol alan yine insandır. Ne ki, içeriden bakıldığında tablo bunun tam tersidir. Dinlerin içinden görünüşü ile dışarıya yansıtılışı kimi zaman yer ile gök kadar birbirinden farklı olabilmektedir. Yahudilik, içinden bakıldığında öykünün kurucusu da uygulayıcısı da insandır; Yahudi tarihinin içsel öznesi Tanrı değildir, ancak dışarıya yansıyan yüzüne baktığımızda, Yahudi tarihini bir teoloji tarihi gibi kuran, iş ve eylemin tüm gücü ve yetkisini üzerine alan özne, Tanrıdır.

Dışa yansıyan yüzüyle Yahudilik, daha çok dinsel, daha az insansaldır. İçsel yapısı itibarıyla da daha az dinsel daha çok insansaldır. Başka ülkelerin topraklarını Tanrı adına işgal etmesi buna örnektir. İlkinde özne Tanrı olduğu için, tüm Yahudi toplulukları ötekilere göre kutsal gösterilir; Tanrı tarafından seçilmiş ve tüm insanlığa üstün tutulmuştur. Gerçekte ve ussal açıdan böyle olmadığına göre, onları sürekli kutsal ve üstün gösteren, göstermekle kalmayıp yeryüzünde kendilerinden söz ettiren sebep nedir? İşte bu neden, dinin, içsel yapısındaki ya da mahrem dünyalarındaki Tanrıdan hiçbir eser olmayan İsrail oğulları öznesidir. Bu özne iç yapısındaki insansal dinamiğiyle tüm çaba ve başarılarını, dışarıya sunduğu tanrısal planın bir gereği olarak yansıtır. Böylelikle iş ve eylem içsel dinamizmi gereği gerçekte insan öznesine; dışsal yansıması bakımından kutsama ve yüceltme Tanrı öznesine mal edilir. Böyle olunca ne yaparsa yapsınlar, dışa yansıyan yüzüyle bütün bu iş ve eylemler Tanırdandır ve onun kutsal planının bir gereğidir. En son Gazze katliamları buna dahildir. İşte bu, daha çok Tanrısal daha az insansal tablonun zorunlu sonucudur. Özneliği insandan, sorumluluğu Tanrıdan bilen Yahudi siyasal dinciliğinin zorunlu sonucudur ve bu sonuç dışında başka türlüsünü beklemek, güvercinin sütuna yumurtlamasını beklemekle eşdeğerdir.

Bu nedenle hangi dinde olursa olsun, siyasal dincilik, tıpkı darbeler gibi önce kendi evlatlarını kurban alır. Göksel dinlerin ilki olmasıyla düğme ilk basan da Yahudilik olmuştur. Bin bir türlü Yahudi mezhebi ve iç çatışmalar örneklerden sadece biridir.

Erkeklerin sünnet edilmesi, Yahudilerin ‘tüm insanlık içinde seçilmiş kavim olması’, bu nedenle ‘Tanrının, ülkemizin Güneydoğusu dahil Mezopotamya topraklarını vaat etmiş olması’, Yahudi dinciliğinin içsel yapısında Tanrıya sufle verdiğinin kanıtıdır. Tanrı yerel konuşturulur; Yahudiler adına evrensel davranışa zorlanır. Ancak Tanrının evrensel davranması, onların yerel suflesinin sonucu değil; konuşanın da davrananın da aslında insan öznesi olmasındandır. Tanrıyı güreşte yenen Yakup değil miydi? [1] İşte devamı olan diğer dinlere miras bırakılan siyasal dincilik budur.

Hıristiyanlık, yarı dinsel yarı insansaldır. Teslis, yani kutsal üçleme Hıristiyanlığın doğuşundan beri tartışılmakla birlikte henüz Tanrının hangi parçada daha çok, hangisinde daha az temsil edildiği sorunu çözümsüzlüğünü sürdürmektedir. Tanrı, üç uknuma bazen eşit, bazen eşitsiz ve bazen de her ikisinin payı İsa’da temsil edilmek üzere, paylaştırılır. Ama sonuçta Tanrı ve İsa, tanrısallığı ve insansallığı paylaşırlar. Böylece Hıristiyanlık, İznik Konsili (325)’ne kadar antik Yunan mitolojisindeki “yarı insan-yarı tanrı” yaklaşımını kendi teolojisine uyarlamış olur. Devamı olduğu Yahudiliğin “daha çok tanrısal” teolojisini, bir yandan Haçlı Seferleriyle yinelerken bir yandan da 12. Yüzyılda başlayan Rönesans ile dengelemeye hatta törpülemeye başlar. Gel-gitlerle dolu Tanrı-insan ilişkisi, yarı yarıya dengeyi tutturmakta güçlük çeker. 15. Yüzyılda, bu kez, 12. Yüzyılda Haçlı Seferleri’ne sufle yapan Tanrının yerine, sömürgeci insan iş ve eylemdedir.

Yarı-insan yarı-tanrı dengesi, 17. Yüzyılda Rene Descartes ile başlayan modern bilim ve felsefe devrimi ile insan lehine doğru gelişme göstermiş; buna, din ve kilise, İsa’nın ‘tanrısal yarısı’ ile direnerek diğer yarısının elden çıkmakta olduğunu kabullenmemiştir. Fransız Devrimi ile din ve kilise kendi sınırları ve payına düşen bu “yarı” ile tam baş başa bırakıldı derken, bazen filozof, bazen gezgin, kim zaman antropolog unvanı ile beyaz adamın tanrısına sufle verilmeye devam edilmiş; tıpkı Yahudi tanrısı gibi, Avrupalı, “beyaz olmayanlar”a ‘üstün’ kılınmıştır. Yahudilik bunu “daha çok dinsel” yolla icra ederken, Hıristiyan Avrupa görünüşte “daha çok insansal”, gerçekte “daha çok........

© Veryansın TV