menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Duraksayan Avrupa Birliği, Türkiye ve günümüzün gerçekleri

40 1
11.05.2025

Cem Gürdeniz yazdı…

Türkiye’nin 1959’da başlayan AB macerası, 1996’daki Gümrük Birliği ve 2005’teki tam üyelik müzakereleriyle devam etmiştir. Türkiye, siyasi üyelik hakkı tanınmadan Gümrük Birliği’ne alınan ilk ülke olmuştur. 2002 sonrası AKP iktidarı, AB’ye tam üyelik hedefi doğrultusunda bugüne kurucu ilkeleri, devlet yapısı ve iç istikrar alanında ciddi yansımaları olan hayati tavizler vermiş ancak AB’den karşılığını alamamıştır. AB’nin Türkiye’nin jeopolitik ağırlık merkezlerine yönelik baskı politikaları her dönem devam etmiştir. Annan Planı ile KKTC, Sevilla Haritası ile Mavi Vatan, AB Uyum ve Açılım Süreci ile Güneydoğu Anadolu hedef alınmıştır. Bugün söz konusu ağırlık merkezlerine baskılar ABD ile uyumlu şekilde devam etmektedir. AB, tarihsel olarak Türkleri öteki olarak görmüştür. Avrupa’nın 11.yüzyıldan itibaren Türklerle çatışmalı bir geçmişi vardır. Günümüzde Almanya’nın ve Fransa’nın PKK ve FETÖ’ye destek vermesi, hemen hemen tüm AB ülkeleri ile İngiltere ve ABD’nin Türk Yunan ihtilaflarında Türkiye karşısında durmaları bu tarihsel sürekliliğin göstergesidir. AB, Türkiye’yi kendi jeopolitiği için rakip görse de Türkiye’nin Rusya ve Çin ile yani Asya güçleri ile ittifak halinde hareket etmesini, Asya’ya yönelmesini, AB/ ABD etkisinden çıkmasını kabul etmez. Türkiye AB ile tam üyelik vizyonuna bağımlı ve aynı zamanda NATO içinde kaldığı sürece kendi jeopolitik egemenliğini elde edemez. Bu nedenle pek çok alanda egemenliği hedef alınan Türkiye’nin AB ile tam üyelik hevesini sürdürmesi gerçekçi değildir. Jeopolitik perspektifte celladına yanaşmaktan başak bir şey değildir. Diğer yandan ekonomik alanda Türkiye, 1996’dan bu yana AB ile Gümrük Birliği Anlaşmasından bazı kazançlar elde etse de aynı derecede kayıpları da olmuştur. Alman Dışişleri Eski Bakanı Klaus Kinkel Gümrük Birliği üyelik dönemi başlangıcında şöyle demişti: ‘’Türkiye artık bizim Cezayir’imizdir. Bu birliğin sonunda Türkiye tam üye olmadan yani tüm ortaklık haklarını elde etmeden kendi pazarını artık Avrupa’ya açmıştır.’’ Türkiye’nin AB tam üyeliğine kabul edilmeden Gümrük Birliğine kabulü ile kolaylaştırılmış ticaret, malların daha kolay hareket etmesine olanak tanınması ve yabancı sermaye girişinin teşvik edilmesi sağlanmış olsa da ülke ekonomisi için hayati önemde olan sanayi sektörü ve tarım sektörümüzün kaderi, karar mekanizmasında asla yerimizin olmadığı AB’ye bırakılmıştır. Tarımsal ihracat konusunda, bu sektörün büyümesini engelleyebilecek kısıtlamalarla karşı karşıya kaldık ve küçüldük. Bugün tarımda dışa bağımlı ülke haline geldik. Bu anlaşma ile Türkiye Avrupa mallarına kapılarını açtı. Buna karşılık diğer ülke ve bloklarla serbest ticaret anlaşmaları yapmamız kısıtlandı. En önemlisi AB’nin tüm ticari kararlarını çıkarlarımıza olsun olmasın kabul ettik. Diğer yandan Türkiye’nin AB’ye tam üyeliği için 27 ülke içinde siyasi irade ve istek yok denecek kadar az. Türkiye’nin AB’nin hukuk, insan hakları, yolsuzluklarla mücadele, şeffaflık gibi müktesebatının öne çıkardığı alanlarda çok geride kalması önemli rol oynuyor. Ancak AB’nin de özellikle İsrail Filistin krizinde insan haklarını soykırıma varan derecede yerle bir eden İsrail ile aynı cephede durması; Rusya Ukrayna Savaşını Ukrayna’nın büyük kayıplarına rağmen sırf AB savunma bütçesinin astronomik artışı için sürdürmeye odaklanması maksadıyla Rusya düşmanlığını en üst seviyeye taşıması; Almanya’da ADF’nin; Fransa’da Marine Le Pen’in, Romanya’da Calin Georgescu’nun yasaklanmasını teşvik etmesi; Ukrayna’da alenen neo Nazilerle aynı çizgide durması AB’nin güvenilirlik ve ideal oluşturma özelliklerini zayıflatmıştır. Peki, AB bugün ne durumdadır? ABD’den ilki jeopolitik, ikincisi ekonomik üst üstte yediği iki darbe ile AB nereye savrulmaktadır? Ukrayna Rusya savaşını kendisine büyük ekonomik kayıplar yarattığı ve yeteneği olmadığı halde neden desteklemektedir? Bu soruların cevapları Türkiye’nin AB’ye yaklaşım perspektifinde şüphesiz yol göstericidir.

AB emperyalist bir yapılanmadır. Savunma ve güvenlik boyutunda ABD’ye tam bağımlı kalmış, emperyalist karakterdeki Atlantik jeopolitiğinin ABD yanında ayrılmaz parçası ve temsilcisi olmuştur. Soğuk savaş bitince bağrında, neredeyse soykırım seviyesinde Boşnak katliamlarının yaşandığı Yugoslavya krizine müdahale edememiş, Amerikan silah gücüne muhtaç kalarak geri çekilmiştir. Daha sonra eskiden Sovyet etki alanında kalan Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin tamamının NATO üyesi olmalarını ve Amerikan etki alanına girerek Rusya’yı kışkırtacak yıkıcı hamleler yapmalarını teşvik etmiştir. 11 Eylül sonrası AB’nin büyük güçleri Fransa, İngiltere ve İtalya Amerikan neocon politikalarına (Terörle Küresel Savaş -GWOT) kayıtsız şartsız teslim olmuş, Neoconların uydurduğu Saddam’ın nükleer silah masalına, yalan olduğunu bildikleri halde inanmışlardır. Enerji arz güvenliğinde bağımlı olduğu sınırdaşı Rusya ile düşmanlık ve hatta savaşı göze alma eşiğini, soğuk savaş yıllarından daha üst seviyeye çıkarmıştır. Soğuk savaşın bitmesiyle Avrupa Silahlı Kuvvetleri, NATO üzerinden büyük bir savaşı kurşun atmadan başarmanın sarhoşluğu içinde ABD gibi küçüldü. Savaş gemileri, uçaklar, zırhlı birlikler hızla emekli edildi. 1993 yılında Maastricht Anlaşmasıyla Avrupa’nın ortak dış ve güvenlik politikası (CSFP), gündeme geldi. Aynı yıl genişleme kararı aldılar. Ancak genişleme savunma yeteneklerinde söz konusu olmadı. ABD güdümündeki NATO’nun AB’ye savunma otonomisinin kapısını aralaması, ilk kez Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği (ESDI) ile başladı. Bu kimliğin politikaya dönüşmesi (ESDP) ancak 1999 yılında başarıldı. Aradan geçen yıllarda AB, hırslı birkaç girişime rağmen (Avrupa Ordusu, PESCO vb.) gerek Rusya gerekse ABD karşısında kolektif askeri yeteneklerinin özgül ağırlığını artıramadı. Zira ABD 1949 sonrası Avrupa ülkelerini, İngiltere ve kısmen Fransa hariç stratejik tembelliğe alıştırdı. Avrupalılar kendilerine sunulan neredeyse bedava savunma ve caydırmadan memnun şekilde savunma harcamalarını ekonomik alanda değerlendirdiler, refah toplumu kurdular. Şimdi AB, refah devletleri topluluğundan, güvenlik devletleri topluluğuna geçme durumunda kaldı ve zorlanıyor. 800 milyar avroya yakın bir kaynağa 2030 yılına kadar ihtiyaç duyuyorlar. Bu kaynaklar halklar üzerinde ciddi kemer sıkma politikaları olmaksızın sağlanamaz. Bugün ABD gerilerken, AB ve İngiltere her alanda zayıflarken Ukrayna Rusya savaşı sona yaklaşıyor. Ukrayna artık Trump’ın açık askeri desteğini de kaybetmiş durumda. Avrupa’da Fransa dışında Ukrayna’da güvenlik garantisi sağlayacak yapılanmaya asker verecek ülke yok. Diğer yandan bugün için AB, yanında ABD olmaksızın Rusya karşısında tek başına caydırıcılık sağlayamıyor. Ancak bu zafiyet ABD’nin jeopolitik çıkarlarıyla uyum sağlıyor. Zira ABD, AB ile Rusya yakınlaşmasını ve dolayısı ile Avrasya adasının batısında birliğini sağlamış bir güç istemez. O nedenledir ki, Rusya’nın Avrupa’ya tehdit teşkil edecek şekilde davranması her zaman teşvik edildi. Diğer yandan AB’nin bugünkü yönetim kadroları ile Londra merkezli küresel Oligarşik Finansal yapı ve monarşi ile ABD’li neoconların etki alanında olduğu söylenebilir. Bu yapı Rusya’nın dünyanın en büyük nükleer savaş gücüne; çok zengin doğal kaynaklara ve en büyük yüzölçümüne sahip bir devlet olarak Avrupa’nın yanı başında büyümesine izin vermez. Ancak Ukrayna’yı destekleyecek askeri güce sahip olmadıkları halde Ukrayna’nın savaşa ve Rusya’ya zarar vermeye her koşulda devam etmesini dayatıyorlar. Bu durumun ABD askeri endüstrisinin AB ülkelerine sürekli silah satışını da teşvik ettiğini ekleyelim. Geçen yıl ABD, Avrupa ülkelerine 120 milyar dolar değerinde silah sattı. Bu çok kıymetli ticaretin devamı için ABD her zaman Avrupa için bir tehdidin varlığını ister. ABD, Çin ile denge arayışında Avrupa’dan uzaklaşırken, AB’nin savunma harcamalarını artırıp Rusya ile sürekli düşman kalmasını arzular. Bu nedenledir ki 9 Mayıs 2025 tarihinde Moskova’da yapılan Zafer Törenlerine İkinci Dünya Savaşında Avrupa’yı Nazi işgal ve rejiminden kurtaran asıl güç Sovyetler olduğu halde AB iştirak etmemiştir.

AB eski Avrupa Komisyonu Başkan Yardımcısı Josep Borrell Avrupa’yı ‘’dünyanın geri kalanının vahşi ormanı ile çevrili bir refah bahçesi” olarak tanımlamıştı. Ancak önce Covid dönemi ve ardından Rusya Ukrayna krizi ve son olarak Trump’ın MAGA rejiminin AB Savunma ve Ekonomisine doğrudan saldırı sayılabilecek açıklama ve uygulamaları ile AB refah bahçesi olmaktan hızla uzaklaşıyor. Avrupa Birliği (AB), Trump yönetiminin 20 Ocak 2025’te iktidara gelmesinden sonra ciddi kriz içine girdi. Bugün itibarıyla çeşitli alanlarda önemli zorluklarla karşı karşıya. Bu zorluklar, AB’nin iç bütünlüğünü ve küresel etkinliğini ciddi şekilde tehdit etmektedir. Bunlar AB’nin “Aşil topukları” olarak değerlendirilebilir. Bu zorluklar sırasıyla Ekonomik Durgunluk ve Rekabet Gücü Kaybı; Göç ve Sığınma Politikalarındaki Zayıflıklar; Dış Politika ve Savunma Alanında Stratejik Zafiyetler; Enerji Açığı ve Sanayisizleşme; Üye Devletler Arasındaki Siyasi İstikrarsızlıklar; Tarım Politikaları ve Çiftçi Protestoları, Nüfus azalması ile Kurumsal ve Stratejik Uyum Eksikliği olarak sıralanabilir. Bu zafiyetler AB’nin 21.yüzyılın son 75 yılında yeni vizyon belirlemesi ve rota çizmesini gerekli........

© Veryansın TV