Roman ve romantizmle bozulan toplum
Osmanlı aydınları(!?) Batı’yı tanıdıkça onların edebî türlerini önce tercüme ettiler; gazetelerde bunları tefrîka etmeye giriştiler. Sonra özellikle Fransız romanlarının sür’atle neşrine başladılar. Toplumun değişmesinde gazete ve romanın çok büyük rolü olmuştur. Milletlerin târihleri kadar eski edebiyatları da vardır. Târih, yaşananları bâzen aynen, bâzen de abartarak anlatır. Fakat târih bir milleti ister zafer ister mağlubiyet yönüyle anlatsın, mutlakâ ondan bir ders çıkarılmalıdır. Târihimizin en az 5000 senelik en açık delilleri, Göktürk Devletiyle 6. asırda başlar. Bunun da yazıya geçirilmesi, daha doğrusu taşlara kazınması 724’teki Kültigin Yazıtıyladır. Şüphesiz daha evvel de Yenisey Yazıtları 6.yy’lara kadar inse de azdır ve silinmiştir. Bu Kitâbeler bizim bilinen ilk yazılı belgelerimiz olduğu için çok kıymetlidir. Zaferler, hezimetler, ihânetler, devletin bölünmesi, Çin’e bağımlı olmak, çekilen sıkıntılar, beslenme, her türlü savaşlar, Türk’ün Türk’le savaşması, avlanma, “Kök Tengri”ye bağlılık, (ibâdetler konusunda bilgi yoktur) câsusluk olayları, ölüm karşısında tevekkül, cenâze törenleri ve diğer devlet yöneticilerinin bu törenlere gelmeleri, zamânın boyutsuzluğu, fakir halkın doyurulup zenginleştirilmeleri bu Kitâbelerde tafsîlâtlı olarak anlatılmıştır. Taşa kazındığı için çok kısa cümlelerden oluşan bu metinler edebî bir anlatımla târihi yansıtmaktadır. En ilgi çeken bir diğer konu da Kültigin Kagan’ın yaptıklarını anlatıp: “Yok yoksul milleti zenginleştirdim, bir araya topladım, az olan nüfusumuzu artırdım” dedikten sonra “Azu bu sabımda igid bar gu?” (Acaba bu sözümde yalan var mı?) diyerek halkının te’yîdini istemesidir. Muharrem Ergin, Orhun Âbideleri, Millî Eğitim Basımevi, G.10, s50 İstanbul 1970. Edebiyâtın sözlü türlerinden olan destanlar ezberlenebilmeleri için uzun manzum (şiir) eserlerdir. Çoğu zaman da bir enstrümanla birlikte söylenmişlerdir. Sonradan yazıya geçirilirken nazım kısmının çoğu nesre (düz yazıya) dönüşmüş ve bir hayli de eklemeler olmuştur. Dünyâ devletlerinin târih derinliklerine dayalı olarak az veyâ çok, uzun veyâ kısa, bir veyâ birden fazla destanları vardır. Yeni yetme devletlerin destanları yoktur. Meselâ ABD’nin bir destânı yoktur. 250 senelik karma bir toplumdan meydana gelen bu devletin dili, târihi, kültürü hep derlemedir. Kuzey-Güney Savaşları olmasaydı anlatacak bir harpleri bile olmayacaktı. Bu meyânda destânı en çok olan millet de Türklerdir. Bu da milletimizin ne kadar eski ve kültür yapısı sağlam bir millet olduğunu gösterir… İlk çağların kahramanları birbirlerine benzerlik gösterdikleri için destan kahramanlarının tipleri ve yaptığı işler de benzerlik gösterebilir. Bundan da anladığımız kadarıyla milletlerin en eski edebî türleri destanlardır. Bunlara saguları (mersiye, ağıt) savları da (atasözleri) ekleyebiliriz. Tabîî ki bunların hepsi nazımdır. Yunanların meşhur destanları İliada ve Odisseus Destanları, Homeros’un Truva Savaşları’nı anlatan en eski edebî tür olarak göze çarpar.
Roman türü bizde ne zaman görüldü?
Sâde bizde değil, Batı’da da romandan çok evvel tiyatro devreye girmiştir. Roma’da gladyatör dövüşleri ve sonradan tiyatro için de kullanılan amfiteatrlar MÖ 1.yy’a kadar inmektedir. Genelde ilk roman olarak bilinen Cervantes’in 17. Yy’da yazdığı Don Kişot ilk değildir. Dünyânın ilk romanı yaklaşık 600 yıl önce, takrîben 1010 yılında Japonya’da bir saray nedîmesi olan Murasaki Shikibu’nun yazdığı “Genji’nin Hikâyesi” adlı roman, Japonya’nın ve dünyânın ilk romanıdır. Batı’da roman, yazılmaya başladığı andan îtibâren en tutulan tür olmuştur. Peki bu tür bizde 19.yy’a kadar neden görülmemiştir. Yâni bizde Tanzîmât’a kadar roman veyâ hikâye neden yoktur. Bu iki yüzyıllık gecikme nedendir? Osmanlı aydınları(!?) Batı’yı tanıdıkça onların edebî türlerini önce tercüme ettiler; gazetelerde bunları tefrîka etmeye giriştiler. Sonra özellikle Fransız romanlarının sür’atle neşrine başladılar. Toplumun değişmesinde gazete ve romanın çok büyük rolü olmuştur. Yine Batı’nın asırlar öncesine dayanan tiyatro eserleri de tercümelerdeki yerlerini almıştır. Hattâ öyle zamanlar olmuştur ki, bâzı eserler Türk halkının âdetlerine ve örflerine de uygulanmıştır. Buna da adaptasyon dediler. Bu konuda en çok eser veren de Ahmed Vefik Paşa olmuştur. Paşa, genelde Moliere’in eserlerini adapte ve tercüme etmiştir. Bu........
© Türkiye
visit website