Batı’nın Çöküşü ve Türkiye’nin Stratejik Rolü
Batı merkezli uluslararası düzenin çözülmekte olduğuna ilişkin tartışmalar, yalnızca güncel politik gözlemlere dayanan bir söylem değil; aynı zamanda geniş bir akademik literatife dayanan tarihsel-sosyolojik bir değerlendirmedir. Emmanuel Todd’un “Batı’nın Yenilgisi” bağlamında ortaya koyduğu sistemik çöküş tezi, Batı düşünce dünyasında uzun süredir tartışılan bir dönüşümün somutlaşmış hâlidir. Todd, Avrupa Birliği’nin vizyon kaybı, ABD’nin küresel hegemonyasını sürdürememesi ve Batı’nın savaş istemesine rağmen savaşacak kapasiteye sahip olmaması gibi başlıklarda niteliksel bir çözülmeyi işaret ederken; bu analiz, Batılı akademisyenler arasında gittikçe daha fazla karşılık bulmaktadır.
Immanuel Wallerstein’ın dünya sistemleri kuramı, Batı’nın tarihsel çekirdek bölge üstünlüğünün yapısal bir döngü içinde sona erdiğini gösterirken, Giovanni Arrighi’nin hegemonya döngüleri analizi üretim merkezinin yeniden Asya’ya kaydığını güçlü verilerle ortaya koymaktadır. John Mearsheimer ve Christopher Layne gibi realist düşünürler, ABD’nin unipolar sistemini sürdürmesinin artık mümkün olmadığını, Çin’in yükselişini engelleme girişimlerinin başarısız olduğunu ve Ukrayna krizinin Batı’nın stratejik yanılgılarının sonucu olduğunu vurgulamaktadır. Alfred McCoy ise ABD imparatorluğunun 2030’dan önce çöküş sürecine gireceğini belirtirken, Kishore Mahbubani Batı’nın kendi başarı hikâyesinin evrensel zeminini kaybettiğini savunur. Bu isimler, farklı disiplinlerden gelseler de, küresel güç mimarisinin tarihsel bir kırılma anından geçtiği konusunda ortaklaşmaktadır.
Bu bağlamda Batı’nın hegemonyasını yitirdiği fikri yalnızca ekonomik göstergelere değil; demografik zayıflık, teknolojik bağımlılık, ideolojik erozyon ve askerî kapasite krizine dayanmaktadır. Todd’un Avrupa’daki değer çöküşü ve savaş takıntısı analizleri, Wallerstein’ın merkez-çevre çözülmesi, Arrighi’nin kapital birikim rejimleri, Layne’in hegemonya sonrası düzen öngörüleri ve Mearsheimer’ın büyük güç siyaseti yaklaşımı ile birlikte değerlendirildiğinde Batı’nın sistemsel bir kriz yaşadığı daha da netleşmektedir. Bu kriz, sadece güç kaybı değil, aynı zamanda düzen üretme kapasitesinin tükenmesiyle ilgilidir.
Küresel jeopolitik denge, Asya merkezli yeni bir güç mimarisi çerçevesinde yeniden şekillenmektedir. Çin’in ekonomik-teknolojik ilerleyişi, Hindistan’ın nüfus ve inovasyon kapasitesi, Rusya’nın askeri-stratejik rolü ve Avrasya bölgesinin genişleyen iş birliği ağları, Batı’nın yüzlerce yıl süren küresel hakimiyetini tarihsel bir kırılmaya sürüklemektedir. Bu çok kutuplu yapıda Türkiye, coğrafi konumu, askeri kapasitesi, enerji geçiş hatlarındaki rolü ve dış politikada geliştirdiği çok yönlü strateji nedeniyle yeni düzenin kilit aktörlerinden biri hâline gelmiştir.
Türkiye’nin hem Batı’ya hem Asya güç merkezlerine temas eden benzersiz jeopolitik konumu, onu bu dönüşümün pasif bir izleyicisi değil, aktif bir mimarı hâline getirmektedir. Batı’nın “Türkiye’yi NATO içinde askeri yüklenici güç olarak kullanma” arayışı, Ankara’nın egemenlik bilinci ve Avrasya ile kurduğu ilişkiler karşısında sınırlı kalmaktadır. Yeni küresel düzende Türkiye’nin tercihleri, yalnızca kendisi açısından değil, Batı’nın geleceği ve Avrasya sisteminin dengeleri açısından da belirleyici olacaktır.
BATI HEGEMONYASININ YAPISAL ÇÖKÜŞÜ
Batı’nın ekonomik üstünlüğünün aşınması, tarihsel olarak kapitalist dünya sisteminin çevrimlerine işaret eden Wallerstein ve Arrighi gibi teorisyenlerin analizleriyle uyumludur. Wallerstein’ın merkez-çevre ilişkisi bağlamında ortaya koyduğu sistemik yorgunluk, Batı’nın artık dünya ekonomisinin üretim çekirdeğini elinde tutamadığını göstermektedir. Üretimin büyük bölümünün Asya’ya kayması ve Batı ülkelerinin artan finansallaşmaya bağımlı hâle gelmesi, ekonominin reel tabanını zayıflatmış ve hegemonik güç için gerekli olan sürdürülebilirlik kapasitesini aşındırmıştır. Batı’nın ekonomik dinamizmi durağanlaşırken, Asya ekonomileri uzun vadeli büyüme döngülerini sürdürmektedir.
Teknolojik üstünlük konusunda da Batı ciddi bir aşınma yaşamaktadır. Arrighi’nin “yapısal avantajın kaybı” olarak nitelediği süreç, Çin gibi ülkelerin hem yenilikçilik kapasitesini artırması hem de teknolojik üretim zincirlerini kontrol altına almasıyla hızlanmıştır. Yapay zekâ, iletişim teknolojileri ve yüksek hızlı üretim süreçlerinde Asya ülkeleri belirgin biçimde öne çıkmıştır. Nadir toprak elementleri tedarikinde Çin’in Batı’ya karşı kurduğu stratejik üstünlük, Avrupa ve ABD’nin ileri teknoloji üretiminde bağımlı hâle gelmesine yol açmaktadır. Bu da hegemonik gücün teknik altyapısını çözen bir kırılmadır.
Demografik açıdan Batı’nın yaşadığı çöküş, Emmanuel Todd’un en sık vurguladığı başlıklardan biridir. Avrupa’da nüfusun hızla yaşlanması, doğurganlık oranlarının yenilenme seviyesinin altında seyretmesi ve ABD’de bile demografik yavaşlamanın görülmesi, Batı’nın hem ekonomik hem askeri kapasitesini yapısal biçimde sınırlamaktadır. Arrighi de hegemonik döngülerin, nüfus dinamikleri ile doğrudan ilişkili olduğunu ileri sürmüş; nüfus avantajının tarihsel olarak Doğu’ya geçtiğini belirtmiştir. Bu bağlamda Batı’nın demografik zayıflığı, hegemonya kaybının en belirgin göstergelerinden biridir.
İdeolojik düzeyde Batı’nın yaşadığı erozyon, liberal-demokratik modelin evrensel çekim gücünü kaybetmesiyle ortaya çıkmaktadır. Mahbubani’nin analizlerine göre Batı, kendi siyasi modelini dünyanın geri kalanına dayatma kapasitesini yitirmiş; bunun yerini savunmacı ve tepkisel bir siyasal tutum almıştır. Todd’un belirttiği “değerlerin çöküşü” vurgusu, Avrupa’nın kendi söylemi ile pratik politikaları arasındaki büyük çelişkiyi gözler önüne sermektedir. Suriye’de cihatçı unsurlara verilen destek veya Ukrayna’da radikal milliyetçi unsurlarla kurulan ittifaklar, Batı’nın normatif üstünlük söylemini aşındırmıştır.
Siyasal istikrarsızlık, Batı hegemonyasının çözülüşünün bir diğer ayağıdır. ABD’de aşırı kutuplaşma, Avrupa’da merkez partilerin çöküşü ve aşırı sağın yükselişi, Batı siyasi sisteminin artık küresel ölçekte “istikrar üretme kapasitesine” sahip olmadığına işaret etmektedir. Layne ve Mearsheimer’a göre hegemonik güçler, iç istikrar kaybettiklerinde dış hegemonyayı sürdürmeleri imkânsız hâle gelir. Bu nedenle Batı’nın yaşadığı içsel kırılma, sistemsel düşüşün hem nedeni hem sonucudur.
BATI’NIN SAVAŞ ARAYIŞI VE ASKERİ KAPASİTE KRİZİ
Batı’nın savaş söylemi, Todd’un belirttiği gibi rasyonel bir stratejiden çok, çöken ideolojik düzenin yerini doldurmaya yönelik bir psikolojik refleks olarak değerlendirilebilir. Avrupa Birliği’nin ordusu olmadığı hâlde savaş çığırtkanlığı yapması, halk desteği ve askerî kapasite üretme becerisi olmaksızın “stratejik müdahale” söylemini sürdürmesi, hegemonik gerilemenin sembolik göstergelerinden biridir. Avrupa liderlerinin sahip olduğu savaş söylemi, gerçek kapasiteyle uyumsuz olduğu için “söylemsel hegemonya” zemininde kalmakta, fiilî güç projeksiyonu üretememektedir.
Askerî kapasite açısından Batı ciddi bir yetersizlikle karşı karşıyadır.........





















Toi Staff
Sabine Sterk
Gideon Levy
Penny S. Tee
Mark Travers Ph.d
Gilles Touboul
John Nosta
Daniel Orenstein
Rachel Marsden