Batı’nın Çöküşü, Asya’nın Yükselişi ve Türkiye
Batı’nın Gerilemesi Üzerine Teorik Çerçeve ve Tartışmanın Konumlandırılması
Batı hegemonyasının çözülmekte olduğu tartışması, uluslararası ilişkiler literatüründe uzun süredir devam eden, ancak özellikle 21. yüzyılın ikinci on yılında ivme kazanan bir analiz hattıdır. Bu tartışma, yalnızca politik veya ekonomik bir tartışma olmakla kalmamış; aynı zamanda tarihsel döngüler, hegemonya teorileri, dünya-sistemleri analizi, demografik değişim ve teknolojik dönüşüm gibi çok yönlü kuramsal alanları birleştiren geniş ölçekli bir inceleme alanına dönüşmüştür. Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra Francis Fukuyama’nın “Tarihin Sonu” tezi ile temsil edilen liberal zafer söyleminin giderek inandırıcılığını kaybetmesi, bu tartışmayı daha görünür hâle getiren bir kırılma noktasıdır. Bu kırılma, Batı’nın yalnızca kapasite kaybına değil, aynı zamanda normatif, siyasal ve kurumsal tükenişe de işaret etmiştir.
Bu bağlamda, Batı’nın çöküşüne ilişkin yorumlarıyla bilinen Emmanuel Todd’un analizleri, genişleyen literatür içinde önemli bir yer edinmiştir. Todd, Batı uygarlığının yalnızca ekonomik veya askeri bir gerileme yaşamadığını, aynı zamanda kültürel ve kurumsal bir çöküş sürecine girdiğini savunmaktadır. Todd’un dikkat çektiği husus, Batı elitlerinin artık bir gelecek vizyonuna sahip olmadıkları, değerler söyleminin içinin boşaldığı ve savaş politikalarının çöküşü gizleyen bir örtüye dönüştüğüdür. Bu çerçevede Ukrayna savaşı, Todd’a göre, Batı’nın içinde bulunduğu bu yapısal tıkanmışlığın bir dışa vurumu niteliğindedir.
Emmanuel Todd’un bu görüşleri, aslında Batılı tarihçiler ve siyaset bilimciler tarafından uzun süredir dile getirilen bir dizi çöküş teorisiyle paralellik taşımaktadır. Immanuel Wallerstein, dünya-sistemleri yaklaşımında ABD’nin hegemon güç olarak inişe geçtiğini ve sistemik krizin yapısal bir nitelik taşıdığını savunmuştur. Giovanni Arrighi, kapitalist dünya ekonomisinin uzun döngülerini analiz ederek, hegemonya merkezinin tarihsel olarak Batı’dan Doğu’ya kaydığını ve bu dönüşümün 21. yüzyılda Çin liderliğinde yeni bir aşamaya girdiğini öne sürmüştür. John Mearsheimer, ABD’nin özellikle Çin’i çevreleme stratejisinde başarısız olduğunu ve Ukrayna savaşının ABD’nin stratejik hesap hatalarının bir sonucu olduğunu sık sık vurgulamaktadır. Christopher Layne, “Pax Americana”nın sona erdiğini ve uluslararası sistemin geri dönüşü olmayan bir şekilde çok kutupluluğa kaydığını iddia etmektedir. Alfred McCoy ise ABD imparatorluğunun çözülme sürecinde bulunduğunu, bu sürecin özellikle teknolojik üstünlük kaybıyla hızlandığını ileri sürmektedir.
Hegemonya Döngüleri ve Batı Merkezli Düzenin Yapısal Gerilemesi
Batı’nın küresel hegemonyasının çöküşünü anlamak, hegemonik döngülerin tarihsel örüntülerini incelemeyi gerektirir. Dünya tarihine bakıldığında hegemonya, sürekli ve kesintisiz bir durum olmaktan ziyade, belirli dönemlerde ortaya çıkan, yükseliş ve düşüş döngülerinin eşlik ettiği bir olgu niteliği taşımaktadır. Portekiz ve İspanya’dan Hollanda’ya, oradan Birleşik Krallık’a ve nihayet ABD’ye uzanan beş yüzyıllık hegemonya döngüsü; ekonomik dinamizmden askeri üstünlüğe, kurumsal ve kültürel nüfuzdan finansallaşmaya doğru ilerleyen bir model sergilemiştir. Giovanni Arrighi’nin modeli bu bağlamda oldukça aydınlatıcıdır: her hegemon güç, üretim kapasitesindeki zirve döneminden sonra finansallaşmaya kaymakta ve bu kayış hegemonun düşüşünün başlangıcını işaret etmektedir. ABD’nin 1980 sonrası ekonomisinin finansallaşmaya yönelmesi, Arrighi’nin modeline göre çöküş fazının bir göstergesidir.
Emmanuel Todd, bu düşüş döngüsüne dünya-sistemleri yaklaşımından farklı olarak, demografik ve sosyokültürel bir boyut eklemektedir. Todd’a göre, hegemon güçlerin çöküşünde demografi belirleyici bir rol oynamaktadır. ABD ve Avrupa’da doğurganlık oranlarının kritik eşiklerin altına düşmesi, eğitim kalitesinin zayıflaması, orta sınıfın erimesi ve toplumsal bütünleşmenin çözülmesi hegemonik düzenin sosyolojik zeminini çökertmektedir. Bu çerçevede demografi, askeri kapasite, üretim gücü ve ulusal dayanıklılık arasında güçlü bir ilişki bulunduğu savunulmaktadır. Batı’nın bugün karşı karşıya olduğu askeri kapasite eksikliği, aslında bu demografik gerilemenin doğrudan sonucudur.
John Mearsheimer’ın “büyük güç siyaseti” perspektifi, Batı’nın gerileme sürecinin jeopolitik yönüne dikkat çeker. Mearsheimer’a göre ABD’nin tek kutuplu dönemde izlediği genişleme politikaları, özellikle NATO’nun doğuya doğru genişlemesi, ABD’nin askeri ve diplomatik kapasitesini aşındırmış, aynı zamanda Rusya ve Çin gibi büyük güçlerin güvenlik kaygılarını tetiklemiştir. ABD’nin diplomasi yerine askeri baskıya yönelmesi, büyük güç rekabetinde stratejik bir hata olarak değerlendirilmektedir.
Christopher Layne’in analizleri ise ABD’nin artık küresel hegemon olma kapasitesini kaybettiğini göstermektedir. Layne, ABD’nin askeri üstünlüğünü korumasına rağmen ekonomik ve teknolojik alanlarda üstünlüğünü kaybettiğini, buna karşılık Çin’in yükselişinin ABD hegemonyasını yapısal olarak zayıflattığını savunur. Layne’in en önemli tespitlerinden biri, ABD’nin küresel yükümlülüklerini finanse edemediğidir. ABD’nin devasa askeri harcamaları, ekonomik çöküşün hem nedeni hem de sonucudur.
Alfred McCoy ise ABD hegemonyasının çökeceği tarih için somut bir öngörü sunar: 2030. McCoy’a göre ABD’nin teknolojik üstünlüğü kaybetmesi, küresel iletişim ve enerji sistemleri üzerindeki kontrolünün azalması ve Çin’in hızlı yükselişi bu süreci kaçınılmaz kılmaktadır. McCoy’un analizinde ABD’nin düşüşü, yalnızca ekonomik veya askeri alanla sınırlı olmayıp aynı zamanda kurumsal bir çürüme sürecinin de göstergesidir.
Bu teorik çerçeve, Batı hegemonyasının çöküşünün çok yönlü bir olgu olduğunu ortaya koymaktadır. Ekonomik, demografik, teknolojik ve askeri alanlarda yaşanan gerileme, Batı’nın tarihte görülmemiş bir kriz dönemine girdiğini göstermektedir.
Avrupa Birliği’nin Krizi ve Stratejik Tükenişinin Kökenleri
Avrupa Birliği, Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte siyasi ve ekonomik bir birlik olmanın ötesine geçerek bir “normatif güç” iddiası ortaya koymuştur. Normatif güç kavramı, AB’nin askeri güçten ziyade hukuk, insan hakları, demokrasi ve ekonomik işbirliği gibi alanlarda uluslararası sistemi şekillendirme kapasitesine vurgu yapar. Ancak bu iddia, özellikle 2010’lu yıllardan itibaren derin bir iç çelişkiyle karşılaşmış, AB’nin normatif söylemi pratikte karşılık bulmamaya başlamıştır. Avrupa’nın mülteci krizi, ekonomik durgunluk, Brexit, artan sağ popülizm ve demokratik gerileme süreçleri, AB’nin normatif temelini aşındırmış ve birliğin meşruiyet krizini derinleştirmiştir.
Emmanuel Todd, AB elitlerinin artık bir gelecek vizyonuna sahip olmadığını ve Avrupa Birliği projesinin “ölmüş” bir proje hâline geldiğini savunur. Bu tespit, yalnızca siyasi bir eleştiri değil; AB’nin kurumsal kapasitesinin tükenişine işaret eden daha geniş bir analiz çerçevesinin ürünüdür. AB’nin büyüme modeli, düşük maliyetli enerji ve genişleyen pazarlar üzerine kuruluydu. Rusya-Ukrayna savaşıyla birlikte bu zeminin çökmesi, AB’nin ekonomik sürdürülebilirliğini tehdit eden yapısal bir krize yol açmıştır. Avrupa’nın enerji bağımlılığı, askeri kapasite eksikliği ve üretim sanayisinin çöküşü, AB ekonomisini uzun süreli bir durgunluk sarmalına sokmuştur.
Avrupa Birliği’nin ekonomik ve jeopolitik zayıflığının derinleşmesinde sanayi politikalarının çöküşü belirleyici olmuştur. Özellikle Almanya’nın yüksek verimlilik ve ihracat odaklı modeli, düşük fiyatlı Rus enerjisine ve Çin pazarına bağımlılık üzerine kuruluydu. Bu bağımlılık, AB’nin küresel sistemde özerk bir aktör olarak hareket etme kapasitesini zaten sınırlamışken, Ukrayna savaşıyla birlikte ciddi bir kırılma yaşanmış; enerji maliyetleri hızla artmış, sanayi üretimi daralmış ve rekabet gücü zayıflamıştır. Berlin’in bu süreçte stratejik karar üretmekte zorlanması, AB’nin liderlik krizini daha da görünür kılmıştır.
Avrupa Birliği’nin karşı karşıya olduğu kriz yalnızca ekonomik değildir; aynı zamanda bir yönetişim krizidir. AB kurumlarının karar alma süreçlerindeki yavaşlık, ulusal hükümetlerin artan veto davranışı ve halkların AB bürokrasisine duyduğu güvensizlik, birliğin işleyişini ciddi şekilde aksatmaktadır. Brüksel’in merkeziyetçi politikaları, üye devletlerin egemenlik hassasiyetleriyle çelişmiş; bu durum hem iç uyumu hem de dış politika üretim kapasitesini zayıflatmıştır. Dolayısıyla, AB bugün yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda siyasal ve kurumsal bir tıkanma yaşamaktadır.
Avrupa’nın güvenlik mimarisindeki zafiyetler de AB’nin jeopolitik krizini derinleştirmektedir. Avrupa ülkeleri Soğuk Savaş sonrası dönemde savunma harcamalarını kademeli olarak düşürmüş, askeri kapasiteyi ABD’ye devretmiş ve güvenlik bağımlılığı üzerine inşa edilmiş kırılgan bir model geliştirmiştir. NATO içinde ABD’nin rolü azaltıldığında veya sorgulandığında, Avrupa’nın savunmasız kalması bu bağımlılığın ne denli derin olduğunu ortaya koymaktadır. Emmanuel Todd’un vurguladığı “Avrupa’nın yeniden silahlanmasının imkânsızlığı” bu bağlamda değerlendirildiğinde, kıtanın demografik ve ekonomik sınırlılıklarının askeri yapılanmayla uyumsuzluğu daha net görülmektedir.
Demografik sorunlar da AB’nin uzun vadeli stratejik kapasitesini zayıflatmaktadır. Avrupa nüfusu hızla yaşlanmakta, işgücü daralmakta ve sosyal refah sistemleri sürdürülemez hâle gelmektedir. Doğum oranlarının düşüklüğü, genç nüfusun azalması ve göç politikasındaki başarısızlıklar, Avrupa’nın üretim kapasitesini olduğu kadar ulusal dayanıklılığını da zayıflatmıştır. Avrupa toplumlarının yaşlanan yapısı askerî kapasiteyi doğrudan etkilemekte, savaş kabiliyetini azaltmakta ve savunma harcamalarını arttırmayı politik olarak zorlaştırmaktadır.
Bu çok katmanlı kriz ortamında Avrupa Birliği, tarihsel olarak ilk kez hem iç sorunları hem dış baskıları aynı anda yönetmekte yetersiz kalmaktadır. Dolayısıyla AB’nin yaşadığı krizin geçici bir dalgalanma değil, yapısal bir dönüşümün başlangıcı olduğu savunulmaktadır. Bu dönüşüm, Avrupa’nın küresel siyasetteki ağırlığının azalmasına........





















Toi Staff
Gideon Levy
Penny S. Tee
Sabine Sterk
Mark Travers Ph.d
Gilles Touboul
John Nosta
Daniel Orenstein