ALİ YÜCE'NİN ESERLERİNDE ANTAKYA VE ÇEVRESİ
ALİ YÜCE’NİN ESERLERİNDE ANTAKYA VE ÇEVRESİ
Abbas Bilgili
Hatay’lı bir yazar ve şair Ali Yüce. Yayladağı’nın Hisarcık köyünden. Daha çok şiirleriyle bilinse de iki adet de roman yazmış. Şeytanistan isimli romanı 1975 yılında Milliyet Gazetesi’nin açtığı yarışmada birincilik ödülü almış. Romandan çok bir anılar demeti. Romanlar çoğunlukla yazarın hayal gücüyle oluşturduğu kurgudur. Ancak Şeytanistan bir kurgu değil, yazarın çocukluk ve gençlik dönemine ait anılarından ibaret. Yani romandaki olay örgüsü yazarın yaşadıklarıdır. Bu sebeple yazardan biraz bahsetmekte yarar var. Ali Yüce, edebiyatımızdaki Köy Enstitülü yazarlar ekolünden. Aldıkları eğitim gereği köy hayatı ve köylüyle iç içe olduklarından eserlerinde köye, köylüye, köyün sorunlarına, köylünün gündelik yaşantısına ağırlıklı olarak yer verdiklerini biliyoruz. Daha çok toplumsal gerçekçilik penceresinden konuya bakmışlardır.
Romanın başlangıçtan itibaren büyük bölümü yazarın köyü Hisarcık’taki çocukluğuyla ilgili. Zaman 1930’lu yıllar. Hatay henüz Türkiye’ye katılmamış olup, Fransız Mandası altında. Köylü aç ve perişan. Aç ve perişanlığa Fransız yönetiminin vergi toplamak için tahsildar ve jandarmayla yaptığı baskıyı da eklemek gerek. Daha da beteri, köylünün koyu karanlık bir cahillik içinde olması. Yazar kendi köyünden bahsetse de, aslında çevre köylerin hepsi aynı durumda. Din adı altında batıl inançlar, hurafeler gündelik hayatı işgal etmiş. Bu romanı gençliğimde okuduğumda, kıt aklımla ve bütün deneyimsizliğimle insanımızın dini duyguları ile alay ediyor diye değerlendirmiştim. Şimdi yeniden okudum ve aslında orta çağ karanlığında yaşayan köylünün aydınlanması için tutulan bir fener olduğunu fark ettim. Romanda ismi geçen kişiler kurgu değil, gerçek kişiler. Bazı isimler bizim neslin bile duyduğu isimler.
Köydeki çocukluğun kardeşiyle birlikte çoban olarak geçmesi, Kuran okumayı öğrenmesi için imamın yanına gönderilmesi, Kur’anı hatmetmesi, iyi okuduğu için “Molla Ali” lakabıyla anılması, Hatay’ın Türkiye’ye katılma süreci, halkın Türkiye’yi tercih edip etmeyeceği konusunda plebisit (bir nevi seçim) yapılması, Türkiye’ye bağlanma, köye öğretmen gelmesi, Molla Ali’nin bitmek tükenmek bilmeyen okuma arzusunun öğretmen tarafından keşfedilmesi ve Düziçi Köy Enstitüsü’ne yönlendirilmesi, annesinin babasının buna karşı çıkmaları, “Molla Ali’nin Gavur Ali olduğu” söylentisi, 18 yaşından sonra ayağında altı delik edikle köy enstitüsüne kaçarak gitmesi, enstitüdeki yaşantı, çok partili hayata geçiş, çıkar çevrelerinin her dönemin iktidarına yanaşarak köylüyü sömürmesi ve ezmesi, köy enstitülerine soğuk savaş döneminin etkisiyle kötü bakanların yaydığı asılsız iddialar ve nihayet enstitüden mezun oluşuyla bitiyor roman.
Köy hayatı çok canlı bir üslupla anlatılmış. Yerel dile fazlasıyla yer verilmiş. Gündelik konuşmalarda köylünün sıklıkla kullandığı kelime, deyim, ata sözü gibi kalıplarla karşılaşmaktayız. Ali Yüce’nin bir söz ustası olduğu belli. Kısa ve sade cümlelerle bir duvar inşa eder gibi inşa etmiş metni. Bunda şairliğinin büyük işlevi olduğu belli oluyor. Çünkü düz yazıdaki bazı kısımlar şiirlerine de olduğu gibi yansımış. Bazı satırların şiir özelliğinde olduğu gözlerden kaçmıyor. Şiirle düzyazının iç içe geçtiğini söyleyebiliriz.
Ali Yüce anı / romanında ilk defa şehre gelişindeki şaşkınlığını şu satırlarla anlatıyor:
“Düşlerimden uyanıp Antakya’yı seyre dalıyorum. Koca koca evler! Damları göklere değiyor! Çok katlı, çok kapılı, çok pencereli evler. Bunca kapıyı, pencereyi ne yaparlar bilmem? Bunların hangisi pencere, hangisi kapı? Pencereler kapılardan büyük. Evlerin önünde........© tarihistan.org
