menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

İnsanların iç dünyasına bağımlı çarpık hukuk anlayışı

17 5
26.03.2025

Diğer

26 Mart 2025

Günümüzde bile sadece masum ve mağdur Türk halkı değil, çoğu hukukular bile, ne yazık ki, küresel çapta hukukun köklü terimlerini, kavramlarını yanlış algılanmıştır. Bu yüzden hukukun olmazsa olmaz ilkelerini bile bilimden ve adalet kavramından kopuk bir hukuk anlayışının kurbanıdırlar. Bu yüzden halkımız, insanlarımız, aylar, hatta yıllar süren ve de çoğunlukça olağan sayılan duruşmalarla haklarının, hukukunun gerçekleşmesini eli böğründe beklemektedirler.

Üzücü, kahredici, katlanılamaz bir durumdur, bu.

Nitekim son dönemlerde yaşanan iki olay, bunun kanıtıdır.

Birinci olay, çok üzücüdür ve şudur: Geleceğin savcılarına, yargıçlarına fakülte sıralarında, hukukun, özellikle suç hukukunun temeli olan, uymaları gereken ve bu kitapta sık sık değinilen ilkeler, elbette derslerde saatlerce öğretilmiş, gelecekte unutmamaları için de sınavlarda bu konularla ilgili sorular sorulmuştur, şimdilerde de sorulmaktadır. Bunlara göre, Roma hukukundan bu yana iki bin yıldır geçerli olan temel ilke gereğince “(Hukukçu,) yargıç, dürtüleri (saik) yargılayamaz” (De internis non judicat praetor), savcı da, taraflar da elbette bunlarla ilgilenmez, ilgilenemez; bunları mahkemenin önüne getiremez. Çünkü çağcıl hukuk, dolayısıyla suç hukuku, insanların iç dünyasıyla ve yaşam biçimiyle asla ve kesinlikle uğraşmaz; uğraşamaz. Dolayısıyla “Hiç kimse açıkladığı düşüncesi yüzünden cezalandırılamaz” (Cogitationis poenam nemo patitur. Ulpianus). Dolayısıyla “yasalar, amacı, niyeti cezalandıramaz” (Beccaria, Cesare, [Sami Selçuk], Suçlar ve Cezalar Hakkında, Ankara, 2004, s. 187). Bu yüzden hukukçu olmayan Düşünür Scheler bile, insanın iç dünyasının bilgimizin dışında olduğunu söyleyerek bu düşünceyi bilim ve de felsefe alanında desteklemiştir.

Dahası, İtalyan hekim ve suç hukukunda olgucu (pozitivist) okulun kurucusu olan Cesare Lombroso (1835-1909) “doğuştan suçlu insan” (homo criminalis, uomo criminale) kavramından yola çıkarak, değerlerin çiğnendiği “suçlu toplum”a geçen, toplumsallaştırılması gereken “tehlikeli suçlu” anlayışına dayanan olgucu (pozitivist) okulun en büyük ustası Enrico Ferri (1856-1929) bile, “Suç istenci (irade) fizik davranışla dış dünyaya yansıtılmayıp, bilinç içinde ve bireysel alanda kaldığı sürece hukuk düzeni bozulmuş ve çiğnenmiş; suç yoluna girilmiş olunmaz” demiştir.

Eski TCY’nin kaynağı olan 1889 tarihli İtalyan Ceza Yasası’nın 1887 tarihli Zanardelli Raporu da, çoğu batılı yazarlarca bilinen ünlü on dördüncü paragrafında “Suç (ceza) hukuku, insanların iç dünyalarıyla ilgilenmez” diyerek bu görüşü desteklemiştir.

Özetle Âşık Veysel gibi “Benim edindiğim tüm bilgiyi herkes edinebilir, ancak yüreğim yalnızca benimdir” diyen Goethe’nin düşünceleri doğrultusunda, hem hukuk, hem de suç ve ceza adaleti, asla insanın iç, inanç dünyasıyla, Kant’ın terimleriyle numenal, görünemez (invisible) dünya ile değil, fenomenal, görünebilir (visible), olaya dayanan gerçeğin (réalité) parçası olan, duyularla algılanıp öğrenilebilen dünya ile ilgilidir. Dolayısıyla asla amaçlarla, içgüdülerle uğraşarak her taşın altında bir suç ve suçlu aramaz, aranamaz.

Hemen vurgulamak gerekir ki, amaç, asla “kasıt” (yönelim, intentio, intention) değildir. Çünkü kasıt, davarışın iradeyle yapılması demektir. O kadar.

Ancak gelin görün ki, bütün bunlara karşın, soruşturma “yeterli kuşku”ya ulaştığı zaman dava açmakla yükümlü Türk savcıları (CYY, m. 170/2), ülkemizde hemen her Allah’ın günü, insanların iç dünyasına girmekte, hukukun yukarıda değinilen temel ilkelerini yıkma pahasına, onların bu dünyalarını, ruhbilimciymişler gibi, didikleyerek çözümlemeye kalkışmakta, çabalamaktadırlar. “Amiraller Bildirisi,” terörü yok etmek için gecesini gündüzünü veren Genel Kurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un terör suçunu eyleyen (fail) olarak tutuklanması olayları, bunun somut, çok çarpıcı ve de çok üzücü örnekleridir.

Şimdi de aynı olay, 2010’lardan bu yana teğmenlerin sık sık dile getirilen “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” olayında da yaşanmaktadır, ülkemizde.

Anımsayalım ve unutmayalım ki, otuz üç yıl padişahlık koltuğunda oturan, Sultan Abdülmecit’in kırk üç çocuğundan biri olan II. Abdülhamit döneminde, bugünkü Türkiye’nin yaklaşık iki katı toprağı yitirilmiştir: Kıbrıs, Girit, Kars, Ardahan, Batum, Oltu, Sırbistan, Karadağ, Teselya, Narda, Romanya, Bulgaristan, Doğu Rumeli, Bosna Hersek, Niş, Dobruca, Tunus, Mısır, Kağızman ve Kotur olmak üzere, 1 milyon 592 bin 806 kilometrekare toprak elden çıkmış; Meclis-i Me-busan, 14 Şubat 1878’den başlayarak otuz yıl, devletin resmi gazetesi “Takvim-i Vekayi” ise, on sekiz yıl kapatılmıştır.

II. Abdülhamit dönemi için Mustafa Kemal Paşa, 27 Ocak 1923’te, İzmir’de annesinin mezarı başında şunları söylemiştir: “Burada yatan annem, eziyetin, zorlamanın, bütün milleti felâket uçurumuna götüren bir keyfi idarenin kurbanı olmuştur (...) Okuldan, henüz kurmay yüzbaşı olarak çıkmıştım (…) Annem, bu olayı, ancak ben hapisten çıktıktan sonra öğrenebilmiştir (...) Kendisiyle, ancak üç beş gün görüşebilmişimdir. Çünkü tekrar baskı idaresinin casusları, cellatları, evimizi kuşatmış, beni de alıp götürmüşlerdi. Annem, beni ağlayarak arkamdan takip ediyordu. Sürgün yerinde geçirdiğim tehlikeler, onun hayatının acılar ve gözyaşları içinde geçmesine yol açmıştır (…) Bizim öğrenim gördüğümüz yıllarda, Padişah İkinci Sultan Hamit, tam bir diktatördü;” Kâzım Karabekir ise, “Abdülhamid’in sadık hizmetkârları, refah ve israf içinde yaşıyor, ama halk fakirleşiyordu” demiştir.

Ve yıllardan 2024.

Demokrasiye geçişimizin yetmiş dokuzuncu yılında bile hâlâ bizler, “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” diye övünülesi bir savsözü (slogan) dile getiren teğmenlerin iç dünyalarına girilerek, onların yargılanarak cezalandırılmalarının istendiği bir Türkiye’de yaşamaktayız.

Evet. İtiraf edelim ki, kısaca yine “tarih tekerrür etmiş,” 2024 Tükiye’sinde, Türkiye Cumhuriyetinin yüzüncü yılında, İtalya’dan alınan Türk Ceza Yasası’nın doksan sekizinci, Ceza Yargılama Yasası’nın doksan beşinci yılında kimi Türk savcıları, hukuk biliminin söylemine karşın, bu savsözü söyleyenlerin iç dünyasına girerek onları mahkeme önüne çıkartmak için âdeta yarışmakta, güya hukuka dayanmakta, bu eylemin kanıtlarını aramakta ve toplamaya........

© T24