Hukukun gözünde “kesinlikle geçersiz duruşma”ların insanlarımıza yaşattığı çileler-IV
Diğer
19 Ağustos 2024
Demek, stajımın başladığı 1961 yılının üzerinden otuz iki yıl geçmiş.
Tarihi Eski Tunç Çağına (MÖ 3000) değin uzanan, İskenderiye ile birlikte düşünce tarihinin ilk iki büyük kitaplığından birinin sahibi olmanın şerefini taşıyan, bilim ve sanatın merkezi “Pergamon Krallığı”nın (MÖ 282-133) başkenti olan Bergama’da uluslararası bilimsel bir toplantıdayız.
Toplantıya Almanya Wuppertal Eyalet Mahkemesi Başkanı Dr. Klaus Wiese de katılmış ve Türk mahkemelerinde yapılan duruşmaları izlemek istediğini söylemişti.
Bunun üzerine ilçe (baş)savcısını aramış, konuk yargıcın asliye hukuk, ağır ceza ve asliye ceza mahkemelerindeki duruşmaların özellikle son oturumlarına katılmasına yardımcı olmasını istemiştim.
Bu dileğim yerine getirilmiş, Alman meslektaşıma da ertesi günü izlenimlerini sormuştum.
Ancak konuk Alman yargıç, bu konuda konuşmakta çok isteksiz görünmüş ve en sonunda da düşüncelerini bir mektupla ileteceğini söylemekle yetinmişti.
Nitekim Almanya’ya döner dönmez de, Başkan Dr. Klaus Wiese, izlenimlerini yazmıştı.
Özetle Yargıç Wiese, “Sizler, anladığıma göre, bizden aldığınız yasaları çok değiştirmişsiniz. Ben, çok ülke gezdim. Ancak sizin ülkenizdeki gibi duruşma yapıldığını hiç görmedim. Yargıçlarınız, duruşma sırasında tarafları hiç dinlemiyor, sadece daktiloda yazan yazmanlarla ilgileniyorlar, uğraşıyorlar” diye yazıyordu, mektubunda.
Hiç kuşkusuz karşıt görüşlerin doğru dürüst tartışılmadığına vurgulayan bu tanı (teşhis), hiç kuşkusuz çok açık ve de, itiraf edelim ki, çok da doğruydu.
Değişen hiçbir şey olmadığı için, ne yazık ki, bugün için de doğrudur, bu tanı.
Yargılama hukuku sürecinde ülkemizde özellikle duruşma aşamasının başına gelenler, gerçekten çok üzücü, çok da düşündürücüdür.
Özetle Şemseddin Sâmi’nin berrak anlatımıyla Türkiye, duruşma aşamasında bırakınız “Hasenâtı (iyilikleri) seyyiâtına (kötülüklerine) galip (üstün)” bir dizge (sistem) yaratmayı ve bu dizgeyi uygulamayı, “duruşma aşaması”nın ne olduğunu bile anlayamamış, kavrayamamıştır.
Doğaldır bu. Sözgelimi, inceleyiniz. Göreceksiniz ki, Atina’daki Ulusal Müzede Adalet Tanrıçasının (θέμις, Thémis) gözleri hiçbir dönemde kapatılmamıştır. Özenli ve akılcı sakınma, öngörü, direnç ve ölçülülüğün simgesi olan Adalet Tanrıçasının bir elinde, ölçülü düzeni (taxis) anlatmak için terazi; öbür elinde ise, aklı (logos), hukuku ya da akla, bilime ve adalet değerine dayanan yasayı (nomos) anlatmak için bir kitap (vivlío, [Βιβλίο], liber) bulunmaktadır.
Buna karşılık ülkemizin birçok adalet sarayında, hatta hukuk fakültelerinin bahçelerindeki heykellerde bile Adalet Tanrıçasının gözleri kapalıdır, elinde de bir kılıç vardır.
Yıl, 2021
Taşrada bulunurken hukuk mahkemelerinde yıllarca hükümler kurmuş, Yargıtay hukuk dairelerinden birinde on yıl başkanlık yapmış olan sınıf arkadaşı emekli 85’lik yargıç, bir gün “Üst düzey bürokrat bir karı koca, apartman dairemizde her ay 2.100 lira kira ödeyerek oturmakta. Bu bedel elbette çok gülünç. Ancak buna karşın kira tutarını artırmayı akıllarına hiç getirmemektedirler!?” diyerek kendisine yakınmıştır.
Hak, hukuk ve adaletten sık sık söz eden, zaman zaman da yeri göğü inleten insanlarımız ve ahlak açısından bu durum, elbette çok üzücü ve utanç verici, her insan açısından elbette çok düşündürücü ve de uyarıcıdır.
Bunu dinleyen meslektaşı, bu davranışın, suçbilimsel (kirimonolojik) açıdan bir tür “ak gömlekli suçu” olduğunu belirterek, neden bir dava açmadığını sormuştur, meslektaşına.
Bunun üzerine o yıllarda yine seksen beş yaşını yaşayan sınıf arkadaşı, sokaktaki insanlarımızın da bildiği şu yanıtı vermiştir: “Bu ülkede böyle bir dava kaç yıl sürer, sözde, görünüşte hukuksal, ancak akıl ve çirkin oyunlarla ne kadar sürdürülür sen bilir misin? Böyle bir davada kötü niyetli karşı taraf, sık sık hukuku saptıran bütün oyunları oynayacak, beni sürüm sürüm süründürüp, hem hukuku, hem de benin sinir sistemimi yıpratacak, sağlığımı bozacaktır. Büyük olasılıkla ben ölmeden de, bu dava bitmeyecektir!?”
Ülkemizde yaşanan hak arama özgürlüğü ve hakkıyla, duruşma gerçeği ve utancıyla ilgili, hemen herkesin yaşadığı bir gerçeği dile getiren bu yanıt, kuşkusuz yargılama hukuku ve duruşmalar açısından çok anlamlı, herkesi düşünmeye zorlayıcı, hakkını arama özgürlüğü ve adalet açısından ise, kuşkusuz çok, ama çok uyarıcıdır.
Her hukukçu için ise, çok üzücü, ancak çok da düşündürücü bir derstir.
Nitekim evini boşaltması için bir hukukçu kiracısına karşı dava açmayı düşündüğünü söyleyen sınıf arkadaşına da, o daire başkanının önerisi şu olmuştur: “Sakın dava açma. Duruşmayı uzatmak için bir sürü saçma, gerçek dışı ve duruşma etiğini çiğneyen nedenlerle karşılaşır, kahrolur, yıpranır ve bu yaşlı döneminde çok, ama çok üzülürsün. Bu ülkede hak alma özgürlüğü bir masaldır. Çünkü hakkını aramaya kalkışmak, kitaplarda doğru; ancak uygulamada sürünmek demektir!”
İşte sizlere, Ayşe teyzeler gibi düşünen, onca yılın deneyimli bir hukukçusunun ülkemizde yaşanan yargılama ve duruşma etkinlikleri ile ilgili görüşleri.
Elbette çok üzücü, ancak her Allah’ın günü bütün mahkemelerimizde yaşanan, hiç kimsenin üzerinde durmadığı bir gerçektir, bu.
Ancak o hukukçu, sınıf arkadaşını, meslektaşını dinlememiş, anayasalarla herkesin beynine çakılan o çok çalımlı “hak arama özgürlüğü”ne dayanarak mülkiyeti kendisine ait bir kiralananı boşaltma (tahliye) davası açmış, mahkeme koridorunda duruşmaya, yani “karşılıkla tartışma”nın yaşanacağı mahkeme salonuna çağrılmasını beklemektedir.
Elbette bu dava, stajından 63, bu konuşmadan yaklaşık 2, “Çabuk karar verin. Doğru karar verirseniz on sevap, yanlış karar verirseniz bir sevap kazanırsınız” hadisinden 1.500, “Adaleti ödül beklemeden yerine getirin. Kendi yanlışınız yüzünden mutsuzsanız, suçu Tanrıların üstüne atmayın. Tilkilerin izini sürmeyin!” diyen Solon’dan aşağı yukarı 2.500 yıl sonradır.
Önceki davaların taraflarının, çağrılan duruşma salonuna girip, birkaç dakika içinde çıktıklarını gören davacı yaşlı hukukçu, kendi duruşmasının da aynı akıbeti yaşayacağından kaygı duymakla birlikte yine de Cumhuriyetin yüz birinci yılında duruşma kavramının değişmiş olabileceğini ummaktadır.
Derken, kırk yıl yargılama erkinde kamu davaları açmış, yargılar kurmuş, otuz yıl Yargıtayda ilk mahkemelerce kurulan yargıları denetlemiş, on sekiz yıl Üniversitede suç ve yargılama hukuku dersler vermiş, bu konuda kitaplar yazmış olan davacı, kırk davanın içinde son sıralara yakın olan davasının duruşması için salona çağrılmıştır.
Salona girer girmez, yargıcın arkasında şu özdeyişin (!) yer aldığını görmüştür: “Adalet, MÜLKÜN temelidir.”
İşte, o yaşlı davacının umutsuzluğu, bu çağdışı, bilgisizlik, bilinçsizlik ürünü çeviriyle birlikte başlamıştır, aslında.
Demek, bu ülkede padişahlığa 101 yıl önce son verilmiş; ancak yargılama erkinde yer alan mahkemelerimizin, hukukçularımızın anlayışı, hâlâ Osmanlı’da, yani çağın çok gerisinde kalmış, hiç mi hiç değişmemiş.
Zira gerçekten bilindiği üzere Osmanlı’da sadece günümüzdeki yaklaşık otuza yakın devletin kurulduğu topraklar değil, bir bakıma toplum ve düzen de Osmanlı sultanının mülküydü.........
© T24
visit website