menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Hukukun gözünde “kesinlikle geçersiz duruşma”ların insanlarımıza yaşattığı çileler - VIII

26 29
23.08.2024

Diğer

23 Ağustos 2024

Bir kez daha yineleyelim: Hukukun temeli ve özü, ahlaktır, efendiler, ahlak.

Çünkü ahlaka aykırı hukuk olmaz, olamaz.

Öte yandan yineleme pahasına hep birlikte belirtelim ki, hukukun doğru uygulanması, kendisinden öncekilere düşünmeden öykünen (mukallit) hukukçularla değil, ancak sabırla ve sürekli olarak bilime danışan düşünür (mütefekkir) hukukçularla yapılabilir.

İncelememiz boyunca sergilenen hukuk dışı, çocukların evcilik oynamaları gibi yapay, kendi kendisini kandırıcı duruşmalarla, bırakın Avrupa Birliği’ne girmeyi, bizler bile kendimizi kurtaramayız, efendiler.

Ve ben, ülkemizin en yaşlı hukukçularından biri olarak ve ahlaka dayanan hukuku gözeterek, sağduyulu ve sağgörülü her insanımıza sesleniyorum: Geliniz, bencillikleri ve kötü niyetleri birlikte aşalım, bu çarpıklıkları düzeltelim ve insanlarımızın adalet dağıtan yargılama erkine, mahkemelere olan güvenlerini yükseltelim.

Bu konuda neler yapılacağı üzerinde, neler yaşandığına bakılarak elbette kolayca uzlaşabiliriz.

Çünkü sorunlar, sorular ve bunların bilimsel reçetesi açıktır ve de bellidir.

İlk sorun ve soru şudur: Bu çarpıklıklar, kimlerin eseridir ve de asıl sorumlular, bunları çözmesi gerekenler kimlerdir?

Bu önemli sorunları doğru sorup, sorulara doğru yanıt verebilmek için ilkin Batı’dan ve bizim toplumumuzdan kimi örnekler verelim.

André Gide (1869-1951), bir denemesinde, Ozan Mallarmé’den (1842-1898) söz ederken şöyle demektedir: “Ne tuhaf adam şu Mallarmé! Konuşmadan önce uzun uzun düşünüyor.” Aslında bununla da yetinmiyor, Mallarmé. Yine Gide’e göre, konuşmayı sürdürürken bile düşünmeyi sürdürüyor ve sözcüklerini özenle seçerek konuşuyor (Gide, André, [Suut Kemal Yetkin], Denemeler, İstanbul, 1955, s. 117.)

İşte Batı insanı budur, efendiler. O, her şeyden kuşku duyar, araştırmadan, bilime danışmadan, uzun uzun düşünmeden asla karar vermez veremez.

Onun açısından konuşmak, uyumak gibi doğal bir olaydır, bu.

Gelelim Doğu insanına.

Bırakınız sade insanımızı, yükseköğrenimden geçenlerde bile, bilgisinden kuşkulanıp konuyu incelemeksizin hemen görüşler bildirip uygulamaya yönelenleri bile sık sık görebilirsiniz.

Nitekim önce bilgisinden kuşkulanmama, önyargılı olma konusunda insanı şaşırtıp güldüren, doğru düşünme yöntemi konusunda ise hemen herkesi düşündüren aşağıdaki öyküler bunun kanıtıdırlar.

Benim de yedek subay okulunda öğrenim gördüğüm 1960’lı yıllarda yedek subay öğrencilerine, rütbeleri yüzbaşı-albay arası değişen subaylar, çeşitli dersler verirlerdi. Bunların arasında bir ya da iki saat matematik, kimya, fizik vb. fen bilimleri dersleri de vardı.

Cumhuriyetin başlarında yurt dışında fizik öğrenimi gören, Merhume Matematikçi Prof. Dr. Hilmiye Dener’le evli ve 1950’li yıllarda orta öğretimde okutulan fizik kitaplarının yazarı Merhum Prof. Dr. Hayri Dener’in yedek subay okulunda öğrenciyken fizik dersleriyle ilgili olarak yaşadığı bir öykü anlatılırdı.

Subay öğretmen, tahtaya bir formül yazar. Öğrencilerden biri formülün yanlış olduğunu söyler ve subay öğretmeni uyarır. Ancak subay öğretmen, bu uyarıya kulak vermez. Öğrenci bir kez daha uyarır. Subay öğretmen, bu uyarıyı da dinlemez. Üçüncü kez ayağa kalkıp karşı çıkınca ve subay öğretmenin “Ben bunu Hayri Dener’in kitabından aldım, sen ondan daha iyi mi bileceksin, otur yerine!” diye azarlaması üzerine o öğrencinin yanıtı şu olur: “Eğer o Hayri Dener ben isem, hiçbir kitabımda böyle bir formüle asla yer vermedim.”

Bu konda bir başka örnek de şudur: Merhum Melih Cevdet Anday (1915-2002), yıllar önce yayımlanan bir denemesinde şu anasının anlatmıştı: Giriş katında ayakkabı onarımcısı bulunan bir apartmanın dairesinde yaşayan Anday’ı onarımcı, bir gün “Bir çayımı iç, bey!” diyerek dükkânına çağırır ve içeri giren Anday’ı içerideki konuğuna “Emekli albay” diye tanıtır. Konuk ise, “Hayır, emekli tapu müdürü” diyerek buna karşı çıkar. Bu sözüm ona bilgiçlik yarışına giren onarımcı ve konuğu neredeyse kavga etmek üzeredirler.

Anday, “Tartışılan konu benim; ama bana soran yok” diye bitirmişti, o düşündürücü yazısını.

Tıp bilimiyle ilgili olarak ailecek yaşadığımız bir başka olay ve örnek de aşağıdadır.

Yaz aylarında kaldığımız binanın sahanlık ışıkları zaman zaman bozuluyor ve yanmıyordu. Böyle bir koridor karanlığı yaşadığımız sırada akşam yemeği sonrası iki oğlum dolaşmak üzere dışarı çıkmışlardı.

Bir çığlık sesi üzerine koşarak dış kapıyı açtığımda Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde öğrenci olan oğlum, koşarak banyoya girmiş, bir gözünü kapatarak aynada inceliyordu.

Kardeşinin dirseği gözlüğüne çarpmış, gözlük camı kırılmış, gözü yaralanmıştı.

Hemen hastaneye gittik.

Orta yaşlı nöbetçi hekim, önce kanayan bölgeyi inceledi, gözde kanamanın olmadığını belirttikten sonra, kendi bilgisine güvenen bir duruşla göz hizasındaki kanamanın durdurulması için hemşireye yarayı dikmesini söyledi.

O anda oğlum buna karşı çıktı.

Hekim bu karşı çıkmanın nedenini sorunca oğlum, “O bölümde gözyaşı kanalları var, dikerseniz onları tıkar, gözü kurutur, kör edersiniz” deyince hekim, şaşırarak nasıl bildiğini sordu.

Oğlum, tıp fakültesi dördüncü sınıfta olduğunu söyledi.

Elbette bu açıklama üzerine dikişten vazgeçildi.

Peki, şimdi birlikte düşünelim ve soralım: Ya oğlum tıp fakültesi değil de, başka bir öğretim kurumun öğrencisi olsaydı!?

Bunu akla getirmek bile insanın tüylerini diken diken ediyor.

Düşünebiliyor musunuz?

On yedi yıl öğrenim görmüş bir insan, tıp fakültesi çıkışlı bir hekim, her şeyden önce kendi bilgisinden hiç kuşkulanmıyor, insan vücudunu iyileştirmekle görevli olduğu halde, incelemeksizin ve düşünmeksizin, “bu konuda ne biliyorum?” sorusunu, bundan yirmi dört yüzyıl önce yaşayan Sokrates gibi, kendisine hiç sormaksızın ivediyle karar veriyor ve insan bedeninde dikişe elverişsiz ayrıklı (istisnai) yerlerin........

© T24


Get it on Google Play