Hukukta yabancılaşmayı kışkırtan ilk öğüt: “Fakültede okuduğun kitaplardan uzak duracaksın! Şunu unutma! Bilim başka, uygulama başka”
Diğer
17 Mart 2025
Yıl, 1961.
Ülkemizin büyük illerinden birinde deneyimli ustaların(!) yanında yargıçlığın, savcılığın nasıl yürütüldüğünü öğrenmek amacıyla çalışmaya, kısaca stajıma başlamıştım.
O, on beş gün geçmişti. İl savcısının beni çağırdığını söylediler.
Yeri gelmişken ayraç içinde belirteyim: O dönemde ülkemizde tek bir başsavcı vardı: Doğru adlandırmayla “Yargıtay nezdindeki cumhuriyet başsavcısı.” Ağır ceza mahkemesinin bulunduğu il ve ilçe mahkemeleri nezdinde ise, savcı ve savcı yardımcıları bulunmaktaydı. Günümüzde ise, yalnızca her ilde değil, her ilçede bile bir başsavcı var.
Demek, yaklaşık 700 yıllık Fransız kökenli kurumdan ilk ayrılık, bir bakıma ilk başkalaşım, “nezdinde” sözcüğünü unutan bu adlandırma yanlışı ile başlamış; “yardımcı” değil, her yerde “savcı” bulunduğu çalımıyla sürmüş.
Ve anlaşılan, bu adlandırma değişikliğiyle birlikte kimilerine göre, savcılık, ülkemizde olumlu ve büyük bir evrim ya da dönüşüm geçirmiş oluyor ve besbelli ki, hukuk bilgimiz de, sözcüklerle, terimlerle oynanarak varsıllaşıyor, zenginleşiyor; hukuku uygulama düzeyimiz de yükseliyordu!?
Uzun odanın karşı ucunda oturan il savcısı, masasının önündeki sandalyeyi işaret etti.
Oturdum.
Elindeki purosundan bir nefes çektikten ve çalımlı çalımlı yüzüme doğru üfledikten sonra sordu:
-Çok kitap okuyor musun?
-Zaman buldukça.
-Bunların arasında hukuk kitapları da var mı?
-Elbette var.
“Anladım,” dedikten sonra çok bilmişlerin tavrıyla ekledi: “Bu meslekte yükselmek istiyorsan, o hukuk kitaplarından uzak duracaksın!?”
Anlaşılan, yasalara bakarak, hukuk bilimiyle ilgili kitaplara başvurarak bazı işlemleri eleştirmem savcının yardımcılarını rahatsız etmişti.
Çünkü onun “bilim” ile “kuram”ı birbirine karıştıran görüşüyle, diliyle ve de sözcükleriyle “nazariye başka, uygulama başka”ydı.
Umberto Eco’nun kitaplarında geçen bir bölüm vardır: “Başrahip, manastırdaki kitapları ateşe verir ve şöyle der: ‘İnsanlar, okursa öğrenir, öğrendiği için de içindeki korkuyu öldürür. Kilise, işte o zaman ölür.’”
Bizim hemen hemen ülkenin her yerinde, bütün mahkemelerimizde de staja başlayan bütün hukuk çıkışlılara her gün söylenen bu sözleri, yani il savcısının kuram (nazariye) ve bilimi birbirine karıştıran, hukuk bilimi ile uygulamayı birbiriyle çatışan düşmanlar olarak gören, dört yıllık hukuk öğrenimini hiççi (nihilist) anlayışla bir çırpıda yadsıyan ve yok sayan, insanın aklını ve bilimi dost olarak görmeyen, hukuk bilimini adaleti öldürücü bir silah olarak görüp, uygulamada kullanmaktan alı koyan bu ahmakça yaklaşımın, yaşanan hukukun perişanlığını sergileyen bu saçma sapan sözün yargıç, savcı, avukat olarak hemen hemen hukuk öğretiminden geçmiş bütün hukukçularca hiç düşünülüp tartışılmaksızın ezberlenip paylaşıldığını, doğudan batıya, kuzeyden güneye bütün ülke çapında ve düzeyinde yaygınlık kazandığını görecek, bu yüzden bilim ile uygulama arasındaki çatlağın gittikçe büyüdüğünü, iki bin yıllık “Hukuk, iyi ve âdil olma sanatı”dır (Ius est ars boni et aequi) tanımının ve özdeyişinin hukuku çok uzakalara düşürdüğünü görecek, hukuk mesleğini seçenlerin yaşattığı acıları gözlemleyip çok şaşıracak ve, deyiş yerindeyse, bu türden “bilim kırıcı” anlayışlarla ve yaklaşımlarla ömrüm boyunca umutsuzca çarpışıp duracaktım: “Bilim başka, uygulama başka!?”
Demek, Mevlâna’nın dediği gibi, “Damın üstündekiler ne yaparlarsa, aşağıdakiler de onu yapmalıydılar.”
Peki, hukuk uygulamamızın bilim dışı olduğunu ele güne karşı “Şecâat arz ederken merdi kıbtî sirkatin söyler!” örneği, açıkça itiraf ve kabul eden bu sözlerle öldürülen, öldürülmeye çalışılan aslında neydi?
Elbette hukuk bilimi ve de bu bilime dayanması gereken hukuk uygulaması, kısaca adaletti.
Neruda’nın şiirinde belirttiği üzere bu anlayışla da hukuk, “Her gün aynı yoldan yürüyenler / yürüyüş biçimini hiç değiştirmeyenler / giysilerinin rengini (bile) değiştirmeye yeltenmeyenler”le birlikte yok olup gitmez miydi?
Elbette giderdi.
Nitekim de ülkemizde öyle olmuştur.
“İnsanda” demişti, Baudelaire, eşzamanlı iki eğilim vardır: Biri Tanrı’ya doğru, öteki şeytana doğru.”
Bana gelince, hukuk uygulamasıyla uğraştığım sürece ya çokları gibi bilim dışı, öncekileri örnek alıp öykünme (taklit) yolunu ya da tam tersine öldürülmeye çalışılan bilimin kanatları altında bilim yolunu izleyerek hukuk savaşımını karınca kararınca sürdürüp duracak, artısıyla eksisiyle bilim ile bilim dışılık, mutlu yol ile mutsuz yol arasında bir seçim yapacaktım.
Yapmalıydım da.
Nitekim bu konuda ölümcül bir hastalığa yakalanan, ancak yaşama sevincini hiç yitirmeyen yirmili yaşlardaki başarılı ve ünlü bir genç şarkıcının şu sözlerini de hiç unutmamak gerekirdi: “Mutlu olmak için yaşamın güç geçecek dönemlerini beklemeye gerek yoktur.”
Eğer bilim dışı yolu seçersem, hiç kuşkusuz bir kültür bilimi olan hukuka yalnızca ihanet etmekle kalmayacak, pek çok örnekte yaşandığı gibi, görünüşte başarılı olsam bile, kendimi hem aldatmış, hem de azaltmış ve de mutsuz olacaktım.
Evet, beynim yanıyor ve kendime sürekli şu soruyu soruyordum: Bu meslekte başarılı olmak için acaba izlenmesi gereken hangi yaklaşım ya da yol doğruydu?
İşte, bilinçaltında yaşadığım bu ruhsal durum ve iç yarası, terim yerindeyse bu “kaygı boşalımı” (décharge d’anxiété, discharge of anxiety), aynı anlarda başarı ile başarısızlık arasında bütün bunların alçakgönüllü bir taşıyıcısı ve izlekçisi olarak sürekli beni bocalatmış, tedirgin etmiştir.
Uygulanacak yasalar ise, ortadaydı, belliydi. Gerçekten Solon’lardan, Lykurghos’lardan bu yana, bütün sorunları halkın ruhuna göre ele alıp yazıya döken metinlerdi, bu yasalar.
Ben ise, elbette bu metinlere ve de sadece bunları açıklayan bilimsel yapıtlara göre kararlar verecek, işlemler yapacak biri olmalıydım.
İngiliz hukukçu Henry de Bracton (1210-1268), “İnsana değil, Tanrı’ya ve yasaya uy!” (Non sub homine, sed sub Deo ve lege!) demişti, yedi yüzyıl önce. Harvard Üniversitesi Kitaplığının giriş kapısının üzerinde de yazılı olan bu özdeyişin bütün insanlara, özellikle de hukukçulara iletisi ise açıktı ve şuydu: İnsanlar, insanlara değil, Tanrı’ya ve yasalara uymalı; insanların değil, Tanrı’nın ve yasaların buyruğu altında yaşamalıdırlar (Gözler, Kemal, Hukuka Giriş, Bursa, 2018, s. 23, 24).
Tarihime baktığım zaman, ozanımız Dağlarca’nın bir şiirinde (Yeryüzü Saygısı) belirttiği gibi, Budapeşte, Erivan ve Mısır’ı almış, ancak sadece sevmiş; kara deriliyi altın saçlıdan ayırmamış; Doğu’dan da, Batı’dan da ülkeler almış, ancak hiç sömürmemiş kuşakların çocuğuydum, torunuydum ben.
Ayrıca bilgisizlik (cehalet); kibir, kıskançlık, nefret, açgözlülük (çıkarcılık) gibi beş büyük zehrin, kınanası davranışın en başında gelmiyor muydu?
Elbette bunları gözeterek ben de en sonunda doğru bir karara ulaşacaktım.
Ulaşmıştım da.
İşte, bu yol, bir bakıma Tanrı’nın da yasalarını yansıtan, “Bilim, Çin’de de olsa onu izleyiniz” diyen sözel hadisin salık verdiği bilimsel yoldu. Asla ve kat’a “O kitapları bir yana bırakacaksın” diyen o bilim kıyıcı, uğursuz yol değildi.
Ancak bir kez daha anımsatayım ki, güngörmüş, mesleğinde yıllarını doldurmuş il savcısının ağzından dökülen yukarıdaki sözlerle benden istenen de belli, yukarıdaki beş zehirden, kınanası davranıştan özellikle birincisiydi: Yaratıcı bilime asla danışmamak, düşünmemek, sorgulamamak ve düşünsel tembellikle yalnızca kendisinden öncekilere öykünmek (onları taklit etmek), onların izinden hiç, ama hiç çıkmamak; bir bakıma kısaca “yer kaplayan şey” (res extensa) olup, “düşünen şey” (res cogitans) olmamaktı.
Özetle, ne dünü ne de yarını yaşamadan, La Bruyère’in deyişiyle salt şimdiki zamanı yaşamak, öykünmenin durgun sularında debelenip........
© T24
