menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Gün ışığında demokrasinin çarpıcı iki örneği ve Türkiye’de yaşananlar

41 21
22.03.2025

Diğer

22 Mart 2025

1984 yılının eylül ayında incelemeler yapmak üzere, T. Ceza Yasası’nı aldığımız ülkenin başkentine, Roma’ya gitmiştim.

Havanın çok güzel olduğu bir gün, Roma’da dolaşırken karşıma giriş kapısının üzerinde “Yargıçlar (ve Savcılar) Kurulu” yazan bir bina çıkmaz mı?

Hemen içeri girip kendimi tanıtmıştım.

Kurul üyesi bir asliye hukuk yargıcı gelip beni toplantı salonuna götürmüş ve Kurulun çalışmaları hakkında bilgi vermeye başlamıştı. Eğer bir gün önce gelmiş olsaydım, Kurulun Cumhurbaşkanının başkanlığında yaptığı toplantıya katılmış olacaktım.

Bir ara Kurulun doğal üyelerinden Yargıtay Başkanı ile Yargıtay Nezdinde C. Başsavcısı da benimle tanışmış, özellikle Başsavcı, kendisini ziyaret etmemi, benimle makamında görüşmek istemişti.

Meslektaşım yargıç, Kurulun tarihçesini, oluşumunu, yetkilerini, görüşme biçimini anlatıyor, ben de notlar alıyordum. Kurul üyeleri yerlerini almaya başlayınca, Kurulun toplanmak üzere olduğunu anlamış ve yargıç meslektaşıma teşekkür ederek ayrılmak üzere izin istemiştim.

Ancak meslektaşım, kalabileceğimi, Kurul toplantılarının herkese açık olduğunu söyleyince çok şaşırmış, bunun üzerine kendisi hakkında disiplin soruşturması yapılan bir yargıç ya da savcının da bu toplantılara katılıp katılamayacağını ya da izleyip izleyemeyeceğin sormuş ve şu yanıtı almıştım: “Elbette katılıp izleyebilir. Ancak söz hakkı yoktur.”

Bu yanıt, beni çok şaşırtmış ve bana kendi ülkemdeki uygulamayı düşündürtmüştü.

Çünkü benim ülkemde bu türden toplantılar ve görüşmeler, yalnızca gizli kapılar arkasında yapılıyordu. Bununla da kalınmıyor, sözgelimi, bir disiplin yaptırımı uygulanan bir yargıç ya da savcı, buna itiraz edince, bu başvurusu çoğu kez yalnızca reddedilmekle kalmıyor, kendisine değişmez ve kalıplaşmış bir yanıt veriliyordu: “Dosyanızdaki bilgi ve belgelere göre itirazınız reddedilmiştir.

Yanılmıyorsam, günümüzde de öyle.

Bu yanıtı alan yargıç ya da savcı da, “Dosyamda bulunan ve sözü edilen belge ve bilgiler acaba nelerdir?” diye kara kara düşünüyor ve bunun yanıtını bir türlü bulamıyordu.

Demek, rejim, özellikle demokrasi anlayışı açısından Batı ile aramızda büyük bir uçurum vardı. Batı ülkeleri Fransız düşünür Attali’nin vurguladığı üzere, bilinen kökleşik (klasik) demokrasi anlayışını çoktan geride bırakmış, “yüksek demokrasi”nin (la hyperdémocratie, Jacques Attali, Une brève histoire de l’avenir, Paris, 2006, s. 11) bir uygulaması olan ve bin iyiyi bir kötüye kul köle etmeyengün ışığındaki demokrasi”ye (la démocratie à ciel ouvert) çoktan adım atmış; çağdaş (contemporain) değil, çağcıl (moderne) insanı yaratmaya çoktan başlamışlardı bile.

Çünkü o ülkelerde, “Avrupa Birliğine neden bizi almıyorsunuz diye sordum?” ardından da “Avrupa insan Hakları Mahkemesi ne karar verirse versin, öder geçeriz” diye çalım satanları hiç kimse ciddiye almıyor; elbette iktidara da taşımıyordu.

Geçelim.

Ertesi günü Yargıtay nezdindeki başsavcıyı ziyaret etmiş ve orada da düşünce özgürlüğüne saygı açısından Doğu insanının aklının alamayacağı, bilincinde hiçbir zaman bulunmayan bir olayla karşılaşmıştım.

Zira başsavcının karşısındaki koltuğa oturmuş konuşurken gözüm onun koltuğunun arkasındaki yağlı boya resme takılmıştı. İtalya’nın tanınmış tarihsel önderlerinden ya da hukukçularından benim bildiğimce hiçbirine benzemiyordu, resimdeki yüz.

İşte bu durumu anlayan başsavcı, resmin kendisinden önceki bir meslektaşına, İtalya’nın yetiştirdiği çok değerli ve ünlü bir hukukçuya ait olduğunu belirttikten sonra sözlerini şöyle bitirmişti: “Mussolini’den önceki faşistlerdendi.”

Evet, İtalya, yaşadığı acılı faşist dönemi çoktan geride bırakmış, yukarıda belirtildiği üzere bir bakıma yüksek demokrasiye, onun uygulama biçimlerinden biri olan gün ışığındaki demokrasiye çoktan adım atmıştı. Bütün bunlara karşın acılarını yaşadığı, ancak artık tarihe gömülen faşist dönemi ve yandaşlarını asla yadsımıyor, hatta onlardan bilime ve ülkesine hizmeti geçenleri nesnel bakışlarla değerlendiriyor, minnetle anmayı sürdürüyordu. Nitekim parlamento binasında da geçmişin ünlü komünist ve faşist milletvekillerinin büstleri yana yanaydı.

Buna karşılık biz Türkler, “demokrasi,” “özgürlük” sözcüklerini her gün milyonlarca kez söylüyorduk söylemesine, ancak “demokrasi ve özgürlük bilinci”ne, “Ben ileride öyle bir rejim istiyorum ki, o rejimde padişahlığı savunanlar bile bir parti kurabilsinler” diyen Atatürk’ün dışında, hiçbirimiz ulaşamıyorduk.........

© T24