menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Makam, usul ve tebessüm: Emin Sefa Sağbaş

15 7
09.02.2025

Diğer

T24 Haftalık Yazarı

09 Şubat 2025

Emin S. Sağbaş Lavta çalarken

1990’lı yılların başında Ankara’da öğrenciydim. Bilkent Üniversitesi’nin Müzik ve Sahne Sanatları Fakültesi’nin Müzik Hazırlık Okulu diye bilinen ortaokul/lise kısmına gidiyordum. O yıllarda Türk müzik camiasında Batıcı-Doğucu çekişmeleri halen sıcaktı. Benden önceki kuşak, Batı tipi eğitim veren devlet konservatuvarında çalışma odasında kendi başına bile olsa caz veya alaturka çalarken yakalanırsa okuldan uzaklaştırmaya varan disiplin cezası alıyordu. Yani Türkiye’de Türk müziği -bazı kurumlarda- bazı Türkler tarafından suç sayılıyordu! Bunu bir yabancıya nasıl açıklarsınız? Benim zamanımda Bilkent gibi yeni kurulmuş bir müzik okulunda bu tutum nispeten yumuşamış olsa da etkinliğini sürdürüyordu.

Ben Türk sanat müziği seven bir ailede büyüdüm. Babam rakı sofrasında güzel sesiyle Münir Nurettin şarkıları söylerdi, ben de ona piyanoda eşlik ederdim. Misafirlerimiz mest olurlardı. Bu, klasik müzik dahil diğer türleri de sevmeme engel değildi. Müzikle tanıştığım günden beri müzik türleri arasında yargılayıcı bir ayrım yapmamıştım. Ancak okulda bu konuda bir ayrımcılık olduğunu ve Türk sanat müziği sevgimi okulun dışında tutmam gerektiğini çok yakında anlayacaktım.

4-5 kişiden oluşan sınıfımızda Can Delikçi adında yetenekli bir çocuk vardı. Çello bölümündeydi. En yakın arkadaşımdı. Bir gün oda müziği dersinde hocanın gelmesini beklerken öğrencilerin böyle anlarda hep yaptığı şeyi yapıyorduk: kaynatıyorduk:) Can çellosuyla alaturka bir şeyler çalmaya başladı. Herkes gülme krizine tutuldu! Can bile çalarken gülmekten kıpkırmızı kesilmişti! Komik olan neydi? O müziğin o ortamda çalınması. Evde veya radyoda çalarken gayet doğal karşılanan bir müzik, bir klasik müzik okulunda çalınınca herkese komik geliyordu. Hoca geldi ve Can’ın çaldıklarını duydu. Allahtan Macardı! Türkiye’deki durumun farkındaydı ama farklı bir kültürden geldiği için Türk müziğine karşı bazı Türklerden daha hoşgörülüydü. “Devam et” dedi, Can biraz daha çaldı. Hoca da başladı bizimle birlikte gülmeye -ben de gülüyordum-! Can o makamsal nağmeleri çaldıkça gözlerimizden yaşlar gelesiye güldük, kurtlarımızı döktük, sonra derse başladık.

Bir başka gün boş bir sınıfta Can, ben ve viyolacı arkadaşımız Kürşat, bir oyun havası çalarak eğleniyorduk. Dekanın bize doğru gelmekte olduğu haberini aldık. Can’la Kürşat can havliyle kaçtılar, bir başka sınıfa saklandılar. Ben kaldım, bekledim. Zira yanlış bir şey yaptığımı düşünmüyordum. Dekan bey geldi, “sen miydin o dansöz havalarını çalan?” dedi. “Evet hocam, bendim” dedim. Bana ayar verecek oldu. Ben bunda bir yanlış olmadığını savunmayı denedim. “Tamam, ama yeri burası değil” dedi. Aramıza bir soğukluk girmiş olsa da başıma bir iş gelmeden konu kapandı. Günler sonra beni tekrar gördüğünde “halen çalıyor musun o dansöz havalarını?” diye sorduğunde “evet ama sadece evde” dedim.

Can’la ben okuldan gizli, okul dışı ortamlarda Türk müziği çalmaya devam ettik. Meğer Can bizim okula gelmeden önce bir aile dostundan lavta ile özel Türk müziği dersleri almış, benim gibi klasik Batı müziği okumayı seçmiş olsa da Türk müziği aşkını içinde yaşatmaya devam ediyordu. Benim Türk müziği bilgim kulaktan dolmaydı, o ise bu alana çok daha hakimdi, daha otantik çalıyordu. Etkilenmiştim. Ben de daha fazlasını öğrenmek istedim.

Can’a makam müziğimizi öğreten, Kültür Bakanlığı Devlet Klasik Türk Müziği korosunda çello sanatçısı Emin Sefa Sağbaş’tı. Cinuçen Tanrıkorur’dan el almış bir ustaydı. Can halen fırsat buldukça onu Cebeci’deki apartman dairesinde ziyaret ediyordu. Ben de tanışmak istedim, bir gün birlikte gittik.

Emin Abinin evi dersaneyle komün arası bir yerdi.

Dersane gibiydi çünkü salonu sürekli her yaştan öğrencilerle doluydu. Ancak dersane gibi belli saatlerde belli bir süre boyunca ders yapılan ve bunun karşılığında belli bir ücret ödenen bir yer değildi. Emin abi, Türk müziğini öğrenmek isteyen herkese kapısını açıyor, uzayıp giden bir sohbetler zinciri içerisinde onlara bildiklerini aktarıyordu. Bazen birisiyle odaya geçip bir süre bireysel bir çalışma yapıyor, sonra ona kendi başına çalışacağı bir ödev verip yine salona ve sohbete dönüyordu.

Komün gibiydi, çünkü girip çıkan herkes evin ve büyük bir ailenin parçası gibi olurdu; yiyecek, içecek, bulaşık, çay demleme vs imece usulü hallediliyordu. İsteyen istediği kadar kalıyor, bilgi pınarından doldurabildiği kadar kabını dolduruyor ve istediği saatte gidiyordu. Kimseden de para almıyordu Emin........

© T24