Süreç üzerine
Diğer
21 Nisan 2025
Türkiye’de Kürt meselesi söz konusu olduğunda, yıllardır aynı sözcük etrafında dönen bir dil oluşmuş durumda: “süreç.” Bu kelime, çoğunlukla başka terimlerle birleşerek (“çözüm süreci”, “barış süreci”, “demokratik açılım süreci”) sadece belirli politikaları değil, aynı zamanda dönemin siyasal atmosferini, beklentilerini ve aktörler arası ilişkileri tanımlar hale geldi.
2025 itibarıyla bu kelime yeniden siyasetin merkezine yerleşti. Ancak bu seferki süreç, 2013-2015 yılları arasındaki çözüm sürecinden farklı. O dönemki süreç, Kürt meselesinin kolektif haklar çerçevesinde çözülebileceğine dair bir çerçeve taşırken, 2025’teki süreç daha çok silahsızlanma üzerine kurulu. Aynı zamanda Kürt siyasetini sistemle uyumlu, denetlenebilir ve belirli koşullar altında meşru sayılabilecek bir çerçeveye oturtmayı amaçlayan kontrollü bir entegrasyon stratejisine dayanıyor. Bu sefer ki süreç “terörsüz Türkiye süreci.”
Tam da bu noktada, 2 Nisan tarihli Devlet Bahçeli tarafından kaleme alınan metin, sürecin siyasal çerçevesini anlamak açısından önemli bir referans. Bu metinde Bahçeli, HDP ve ardılı partilere Türkiye partisi olma çağrısında bulunarak, Kürt siyaseti ile devlet arasındaki ilişkiyi mutlak dışlama yerine, belirli koşullara bağlı bir içerme eksenine yerleştiriyor. Taleplerini merkezi kimlik ve devlet söylemiyle uyumlu hâle getirmiş bir Kürt partisi tahayyülü, Bahçeli’ye göre yeni siyasal denklemin de ön koşulu.
Peki, bugün süreç neden yeniden gündeme geldi? Ve neden bu süreç, iktidar bloğunun iki ana partisi arasında örtük bir gerilim yaratıyor izlenimi veriyor? Süreç Türkiye’deki otoriterliği derinleştirmenin bir aracı mı? Bu sorulara yanıt verebilmek için, 2013–2015 yılları arasındaki çözüm sürecinin neden sona erdiğini hatırlamak gerekiyor.
2013-2015 arasındaki sürecin çöküşü iki temel nedene dayanıyordu:
Birinci neden, sürecin başladığı dönemde Suriye’deki iç savaşın, Türkiye'nin Kürt meselesiyle doğrudan bağlantılı bir stratejik alan olarak henüz şekillenmemiş olmasıydı. O dönemde çözüm süreci daha çok Türkiye'nin iç siyasetinde bir normalleşme hedefiyle yola çıkmıştı. Ancak süreç ilerledikçe, Suriye’deki gelişmeler Türkiye’nin dış politika önceliklerini değiştirdi. IŞİD’e karşı PYD’nin ABD ile kurduğu ittifak, Ankara’da ciddi bir güvenlik endişesi doğurdu. PYD’nin güçlenmesi ve uluslararası arenada meşrulaşması, devletin gözünde çözüm sürecini doğrudan zedeleyen bir gelişme haline geldi. Böylece dış politikadaki tehdit algısı, iç siyasetteki uzlaşı arayışını gölgeledi.
İkinci temel neden ise, çözüm sürecine paralel olarak Kürt siyasetinin içeride elde ettiği siyasi etkiydi. 2015 seçimleri, bu etkinin doruğa ulaştığı an oldu. HDP, seçim barajını aşıp meclise güçlü bir şekilde girerek Türkiye siyaseti içinde merkezi bir aktör haline geldi. Parlamenter sistemde elde edilen oy oranı, Kürt seçmenini yalnızca temsil gücüne değil, aynı zamanda kritik bir veto kapasitesine de sahip kıldı. Üstelik aynı dönemde, Selahattin Demirtaş’ın “Seni başkan yaptırmayacağız” ifadesinde somutlaşan çıkışıyla, Kürt siyaseti açık biçimde muhalefet bloğunun bir parçası olarak konumlandı. Bu durum, hem Cumhur İttifakı’nın kuruluş sürecini hem de başkanlık sistemine geçişi meşrulaştıran temel........
© T24
