Eski Türkiye, yeni Türkiye
Diğer
15 Nisan 2025
Adım Hasan Ocak, her şey kimliğimde yazıyor.”
Hasan Ocak, 1965 doğumlu atanmayı bekleyen bir öğretmendi. İstanbul’da yaşıyor, İnsan Hakları Derneği’nin çalışmalarına katılıyor ve demokratik bir Türkiye için mücadele ediyordu. 1995 yılında, İstanbul Gazi Mahallesi’nde 22 kişinin hayatını kaybettiği olayların ardından kayboldu. Tanıklar, onun gözaltına alındığını açık biçimde ifade etmesine rağmen, devlet yetkilileri bu durumu inkâr etti; gözaltında olduğuna dair hiçbir resmî kayıt bulunmadığı söylendi.
Hasan Ocak’ın kaybedilişinden 55 gün sonra, ağır işkence izleri taşıyan bedeni İstanbul Beykoz’daki ormanlık bir alanda bulundu. “Tanınmayan erkek cesedi” olarak kimsesizler mezarlığına defnedilmişti. Onun kaybedilmesinden ve öldürülmesinden kimse (bugüne kadar) sorumlu bulunmadı. Adalet arayışı sonuçsuz kaldı.
Doksanların baskı ikliminde Hasan Ocak’ın kaybı, Türkiye’de zorla kaybetmelerin sistematik doğasını görünür kılan bir eşik olacaktı. Annesi Emine Ocak’ın öncülüğünde 27 Mayıs 1995’te Galatasaray Meydanı’nda başlatılan oturma eylemi, zamanla “Cumartesi Anneleri” olarak bilinecek olan sivil direnişin ilk kıvılcımı oldu.
Doksanlı yıllar, Kürt meselesinin çatışmalı bir sürece evrildiği, Olağanüstü Hâl (OHAL) rejiminin yalnızca bölgesel değil, siyasal aklın bütünü üzerinde kalıcı etkiler bıraktığı ve güvenlikçi devlet mantığının tüm siyasal ve toplumsal alanlara sirayet ettiği bir dönemdi. Özellikle 1993–1995 arası, gözaltında kayıpların, işkencenin ve yargısız infazların olağanlaştığı, OHAL uygulamalarının yaşamın her alanını belirlediği bir zaman aralığıydı.
Her gözaltı bir darp tehdidi, her şüpheli ölüm bir “faili meçhul” riski taşıyordu. Dayak çoğu zaman işkenceden sayılmıyor; fiziksel ve psikolojik şiddet, “soruşturma rutini” olarak meşrulaştırılıyordu.
Bütün bunları neden yazıyorum? Çünkü son dönemde giderek daha sık karşıma çıkan “Eski Türkiye” nostaljisinin, bizi bulunduğumuz yerde sabitleme ve siyasal tahayyülümüzü sınırlama riski taşıdığını düşünüyorum. Medyanın kısmen daha çoğulcu olduğu, yargının (belirli gruplar için) daha öngörülebilir çalıştığı, laikliğin göreli de olsa korunduğu dönemlere yönelik bu özlem, bugünün derinleşen otoriterliği karşısında elbette anlaşılabilir bir psikolojik ve siyasal tepki. Ancak bugün yaşanan baskıyı geçmişe göre konumlandırmak, hem tarihsel adaleti hem de bugünkü muhalefetin kapsayıcılığını zedeliyor.
Charles Tilly ve Sidney Tarrow’un geliştirdiği “baskı ve direniş repertuarları” kavramı, devletlerin ve toplumsal aktörlerin belirli tarihsel bağlamlarda başvurdukları siyasal eylem biçimlerinin süreklilik taşıdığını ileri........
© T24
