Vedat Milor: Doğru bildiğimi söylemek beni düşman kazandıran biri yaptı ama asla vazgeçmedim
Diğer
02 Şubat 2025
Vedat Milor
Yemekten kültüre, akademiden sosyal medyaya kadar uzanan çok katmanlı bir serüvenin içinde, değerlerinden ödün vermeden yol almayı başaran, kendi tabiriyle “akıntıya karşı kürek çeken” bir sorgulayıcı o. Vedat Milor’un, Kronik Kitap’tan çıkan ve Yenal Bilgici’nin çarpıcı sorularına verdiği yanıtlardan oluşan Yeni Dünya Yeni Kurallar: Yaşam Zevkine Ulaşmanın Bugünkü Yolları, tam da bu ruhu yansıtıyor.
Hızla değişen dünyada değerlerinden ödün vermeden hayatta kalmanın yolu ne? Milor’a göre bu sorunun yanıtı basit: “Doğru bildiğini söylemek ve kimsenin yönlendirmesine izin vermemek.” Televizyondan sosyal medyaya, oradan YouTube’a uzanan bu macerada Milor’un kendi deyimiyle “nicelik değil nitelik peşinde koşması”, ona hem dost hem de düşman kazandırmış.
Milor ile online gerçekleştirdiğimiz sohbetimizde sadece yeme kültüründen değil, yaşamın kendisini de konuştuk: Özgür irade, sebat etme gücü, yılmazlık, kültürün kök saldığı sosyal bağlar ve "el alem ne der?" baskısına meydan okumanın incelikleri. Hazırsanız, siz de bir sandalye çekin ve masamıza oturun. Vedat Milor’un sofrasında, yeni dünyaya dair farklı bir bakış bulacaksınız.
- Hayatınız boyunca hep derin bir sorgulayıcı olmuşsunuz ve kimi zaman 'akıntıya karşı kürek çekmek' zorunda kaldığınızı ifade ediyorsunuz. Size en çok 'hizaya gel' baskısının yapıldığı an neydi? O anda nasıl direndiniz, bu direniş hayatınızda neleri değiştirdi?
Aslında dışarıdan bana yönelik bir baskı hiç olmadı. Belki bu acıklı bir durum ama kimse yaptıklarımla çok ilgilenmedi. Bunun olabilmesi için güçlü bir aile yapısına ve gerçekten önemseyen insanlara ihtiyaç var. Beni etkileyen kişiler büyükbabam ve babaannemdi. Ancak biri ben 13, diğeri 16 yaşındayken vefat etti. Özellikle büyükbabam hayatımda derin izler bırakan ilk isimdir. Onlar vefat ettikten sonra, annemle babamın da ayrı olması nedeniyle, onların kendi dertleri ve uğraşları vardı. Kimse benim ne yaptığım ya da ne yapacağım konusunda pek ilgilenmedi. Bu yüzden "akıntıya karşı kürek çekmek" dediğiniz şey, tamamen içsel bir süreçti. Kendi içimde mücadele ettim. Örneğin, Boğaziçi Üniversitesi’nde Ekonomi bölümünü bitirdim ama sonrasında aldığım dersler beni sosyal bilimlere yöneltti. Engin Akarli’nin tarih derslerini ve Faruk Birtek, Metin Heper, Taha Parla gibi hocalarımın sosyoloji ile siyaset bilimi derslerini çok sevdim. Bu ilgim beni sosyolojide doktora yapmaya yönlendirdi. Bu, hayatımdaki önemli kararlardan biriydi. Genelde toplumun normlarına ve ticari odaklı yaklaşımlarına uymaktansa sevdiğim şeylere yöneldim. Kararlarımı hep kendim verdim; uzun uzun düşünüp taşındım. Ancak hiçbir zaman dışarıdan "hizaya gel" şeklinde bir müdahaleyle karşılaşmadım.
- İşinizi severek yapmanın önemini kitabınızın her satırında vurguluyorsunuz. Önemli olan gerçekten sevdiğiniz bir işi yapmak, değil mi?
Evet, kesinlikle. Üniversitedeyken bana iş dünyasıyla ilgili bazı teklifler geldi. Bunlardan biri, Vehbi Koç Bey’den olmuştu. Kendisi anneannemin arkadaşıydı ve bana MBA yapmamı, iş idaresi alanında ilerlememi önerdi. Hatta bir gün genel müdürlerini çağırıp karar alma süreçlerini nasıl yönettiğini göstermişti. Bu, gerçekten etkileyici bir deneyimdi ve Vehbi Bey'in ne kadar dikkatli bir dinleyici olduğunu, sonunda kararı kendisinin verdiğini görmemi sağladı. İş dünyasına yönelmemi istiyordu. Ancak ben o dönemde uzun vadede hiyerarşik bir yapıda çalışmak istemediğimi fark ettim. Mikro politikanın iş hayatında ne kadar önemli olduğunu görüyordum, ama bu benim yapım değildi. Aklımdan geçeni açıkça söyleyen, pek de politik olmayan biriyim. "Köprüyü geçene kadar ayıya dayı de" tarzı bir yaklaşım benim karakterime uygun değil. Eğer patronuma saygı duysam, belki farklı olurdu, ama bunu garanti edemezdim. O yüzden akademinin bana daha uygun bir alan olduğuna karar verdim. Aileden bu konuda bir itiraz da gelmedi. Annem her zaman benim mutlu olmamı isterdi. Etrafımdan da "şunu yapmalısın" şeklinde bir baskı görmedim. Böylece sevdiğim alanda ilerleme kararı aldım.
- Dünya hızla değişirken adaptasyon yeteneğinin önemi giderek artıyor. Ancak adaptasyon bazen bireyin kendisinden ödün vermesini gerektiriyor. Sizce, insan kendi değerlerini koruyarak bu kadar hızlı değişen bir dünyaya nasıl uyum sağlayabilir? Ödün vermenin sınırını nasıl çizeriz?
Bu soruya kendi hayatımdan somut bir örnekle cevap vereyim. Türkiye’de daha çok gastronomi alanında tanındım, ancak zamanla diğer ilgi alanlarımı da öne çıkarabildim. Bu süreçte televizyonla başladım, ardından sosyal medyaya ve oradan da YouTube’a geçtim. Televizyon dönemim politik nedenlerle sona erdi. İlk olarak NTV’de program yapıyordum. Patronun bir lokantası vardı, adını vermeyeceğim ama beğenmediğimi açıkça söyledim. Ayrıca başka lokantaları da istenildiği şekilde övmedim, bu benim tarzım değil. Bu durum hoş karşılanmadı ve televizyonla yollarımız ayrıldı. Bunun yanında televizyonda sürekli sponsor bulmak gerekiyor. Sponsora karşı değilim, ancak benim kabul edebileceğim bir anlaşma olması şart. Bu da çoğu zaman mümkün olmadı. Bu nedenlerle televizyon kapandı ve sosyal medyaya geçtim. Bu süreçte değerlerimi korumak çok önemliydi.
- Nedir bu değerler?
Öncelikle doğru bildiğimi söylemek ve bağımsız olmak. Baskı altında kalmadan, özgür irademle hareket edebilmek. Ancak doğruyu söylemek çoğu zaman düşman kazanmak anlamına geliyor. Çünkü birçok kişinin çıkarlarına dokunuyorsunuz ve bunu yaptığınızda insanlar sizi popüler olmaya çalışmakla suçluyor. Hayattaki amacım asla bu değil. Benim için önemli olan nicelik değil, niteliktir. Az ama gerçekten sağlam bir izleyici ve dost ağı kurmayı tercih ederim. Bu yüzden YouTube kanalımda abonelik sistemi oluşturmayı planlıyorum. Böylece gerçekten diyalog kurmak istediğim insanlara ulaşmayı hedefliyorum. Adapte olmaktan bahsettiniz, haklısınız. Ben de bu değişim sürecinde televizyon, sosyal medya ve YouTube arasında bir yol bulmaya çalışıyorum. Değerlerimden ödün vermeden farklı mecralara yönelmek benim için uyum sağlama biçimi oldu.
- Eşitsizliklerin ve adaletsizliklerin hâkim olduğu bir dünyada kültür nasıl yeşerebilir?
Bu konuda iki şey çok önemli: Kişisel hobiler ve sosyal ağlar. Birincisi, herkes kendi ilgi alanlarını geliştirebilir. Hobiler, insanın kendini ileriye taşımasını sağlar. Örneğin, sinema, edebiyat, heykel, resim ya da pul koleksiyonculuğu gibi ilgi alanları yaşama zenginlik katar. Ama her şeyin derinine inmek gerekiyor. Hiçbir şey yüzeysel olmamalı. Örneğin, iyi bir fotoğraf çekmenin ne kadar karmaşık ve derin bir süreç olduğunu bilen birinden dinlediğimde fark ettim ki bu, telefonda düğmeye basmaktan çok daha fazlası. Bu yüzden bir konuda gerçekten ciddiyseniz, derine inmek ve araştırmak şart. İkincisi ise sosyal ağların gücü. Bu noktada Türkiye, Amerika’ya göre daha şanslı. Örneğin, Amerika’da insanlara “Üzgün olduğunda başını omzuna yaslayıp ağlayabileceğin üç kişi söyle” diye sorulduğunda, çoğu kişi kimseyi söyleyemiyor, hatta aile fertlerini bile. Ancak Türkiye’de sosyal ağlar daha güçlü. Bu bağlar zor zamanlarda insanlara destek oluyor. O yüzden bu ağları geliştirmek ve korumak çok önemli. Sonuç olarak, sosyal ağları güçlendirerek ve kişisel hobilerimizi derinleştirerek yaşama anlam katabiliriz. Bu iki unsur, kültürün yeşermesi için bir temel oluşturabilir.
- Peki, geleneksel rol modellerin giderek kaybolduğu bir dönemde, yeni dünyanın kahramanları kim olmalı? Trumph, Elon Musk ya da Trump model olmasa iyi olur sanki :)
Bu soruya Zweig'in Dünün Dünyası kitabından bir örnekle başlayabilirim. Zweig, gençlik yıllarında klasik yazarları kahraman olarak gördüğünü, yaş aldıkça daha yaratıcı ve avangart isimlere hayranlık duymaya başladığını anlatır. Bu, aslında çok anlamlı bir dönüşüm. Ben de gençlik yıllarımda böyle bir etkilenme yaşadım. Örneğin, Sevgi Soysal’ın Yenişehir'de Bir Öğle Vakti kitabını çok severdim. Rahmetli Mümtaz Soysal’ı ve Çağlar Keyder’i de hem yazıları hem de kişilikleriyle örnek aldım. Fakat bugün, dünya çok........
© T24
