Mine Söğüt: Kendi türünden korkan tek canlıyız, korku iktidarın en güçlü enstrümanı!
Diğer
25 Mayıs 2025
Mine Söğüt (Fotoğraflar: Muhsin Akgün)
Mine Söğüt, Can Yayınları’ndan çıkan Ormandaki Kalpsiz Ceylan’da, bugüne kadar dinlediğimiz tüm masallara, iyilikle paketlenmiş kötülüklere, ahlakın gölgesinde işlenen sistematik suskunluklara itiraz ediyor. Bu masal, ormanda kalbi çalınmış bir ceylanın ve o kalbi geri almak için yola çıkan kız cüce Mantıklı’nın hikayesi. Ama aynı zamanda, suskun bırakılanların, bastırılan duyguların ve gölgede kalan vicdanların masalı.
Biliyoruz ki; Korkunç durumlar bazen öyle estetik, öyle zarif biçimde paketlenir ki... ne yapacağımızı bilemeyiz ve sorgularız: Kötülük, kendini güzellik gibi sunduğunda daha mı az görünür olur? Masalın içinden yükselen sorular da doğrudan bugüne ayna tutuyor: Doğadan öğrendiklerimizi hayatımıza neden taşıyamıyoruz? Yeryüzünde her şey kendiliğinden değerliyken, neden sürekli başka anlamlar yüklüyoruz?
Bahadır Baruter’in enfes çizgileri, masalın yumuşak dokusuna gerçekliğin ağırlığını yüklüyor. Bu görsel karşıtlık, anlatının duygusal ritmini bozmadan, okuru daha derin bir gerçekle yüzleştiriyor.
- Günümüzün sarsıcı gerçeklerini masal diliyle anlatman çok etkileyici. Büyülü gerçekçilik, gerçeği daha mı katlanılabilir kılıyor?
Oradan da bakılabilir. Evet, biraz daha o sert, ağır gerçekliği tüketilebilir, dayanılabilir hale getiriyor. Ama bir de şöyle düşünmeli: Büyüyle gerçek zaten hayatın içinde iç içe. Büyülü gerçekçilik dışarıdan yapıştırılmış bir kurgu değil, çünkü hayatın kendisi hem büyülü hem sert gerçeklerle dolu. O yüzden bu anlatım biçimi çok tanıdık geliyor. Mesela korkunç bir fırtına düşünün: Her şey havaya uçar, hayatta kalmak zordur. Ama bir yandan o fırtınanın sesi, görüntüsü, kendine has bir estetik duygusu vardır. Belli bir mesafeden, korunaklı bir yerden baktığınızda o dehşetin içinde bile güzel olan bir şey görürsünüz. Acılar da böyledir. Bir cenaze töreni düşünün; herkes üzgündür ama o sahne, o atmosfer aynı zamanda estetik bir derinlik taşır, duygusaldır, hatta bir yönüyle incelikli bile olabilir. Yani büyü ve gerçek dediğimiz şey, gündelik hayatta zaten birlikte algıladığımız bir şey. Edebiyatta da bunu kullandığınızda okurun metinle kurduğu bağ güçleniyor, daha tanıdık hale geliyor.
- Pamuk Prenses masalının gölgesinde kalan ceylanın hikâyesini anlatman bir anlamda, güçsüzü, naif olanı konuşturmak gibi. Peki, bu suskunluk bugün hangi susturulmuşlarımızı anlatıyor?
Aslında bu, hepimizin yaşadığı korkularla ilgili. Kendimizi güçsüz hissetmemiz, özgüvenimizi yitirmemiz, bizi bu özgüvensizliğe programlayan bir dünyada yaşamamız… Bunların hepsi çok tanıdık. Bugün karşılaştığımız pek çok sorunun özünde bu var. Ceylan da işte tam burada vücut buluyor; tanıdık olan, Ceylan’ın yaşadığı durum. Keşke bize tanıdık gelen mantıklı kız cüce olsa ama değil. Biz kendimizi hemen Ceylan’la özdeşleştiriyoruz.
- Sen kimle kendini özdeşleştirdin kendini?
Ben mantıklı cüceyim. Ben direkt o cüce kızım.
- Ama diğer yandan da kitapta öyle bir Avcı var ki, etrafımızda çokça rastladığımız türden: Vicdanı olan ama yine de kötülük yapan biri. Senin için Avcı kimdi?
Değil mi? Ne çok Avcı var çevremizde. Kötü gibi gözüküyor ama içinde vicdanın tatlı bir tarafı da var Avcı’nın. Aslında onun iyi mi kötü mü olduğu da belirsiz. Bir tür saflığı var. “Yumuşak kalpli Avcı” paradoksu. Benim kitapta en sevdiğim cümlelerden biri “İnsanoğlu, yuvadan düşen kuşu alıp yerine koyması gerektiğini bilir de, uçan kuşu vurmaması gerektiğini düşünemez.”
- Avcı, Ceylan’ın kalbini bencilce alırken kendi kalbini Prenses’e kaptırıyor. Kötülüğü aşk maskesiyle örtmek, Avcı’nın trajedisi mi?
Evet, bir trajedi. Ve sadece bir sevgililikteki aşk değil bu. Çocuğumuza, arkadaş olarak sevdiğimiz birine duyduğumuz aşk bile bize korkunç şeyler yaptırabilir. Sırf sevdiğimiz birini korumak için normalde asla yapmayacağımız şeyleri yapıp başkasına zarar verebiliriz. Ve bunu çoğu zaman fark etmeyiz bile.
Bahadır Baruter’in çizimleri, hikâyenin masalsı dokusuyla tezat oluşturacak kadar sert ve çarpıcı. Masalın naifliğiyle çizimlerin gerçeğe yakın dili arasında nasıl bir denge kurdunuz? Gerçekten çok zor oldu. Bahadır büyük bir gerilim yaşadı, çünkü bu daha önce hiç çalışmadığı bir türdü. Benim başka hikâye kitaplarıma da görseller yapmıştı, kapaklar hazırlamıştı. Oralarda dili tutturmak çok kolaydı ama bu ilk kez yazdığım bir masaldı ya da masalımsı bir metin. Bahadır'ın da kendi çizgisini bu ritme, duyguya, estetiğe ve metnin anlamına uydurması gerekiyordu. Çok zorlandı. Resmen sanatçı acısı çekti. Bir ara bileklerini kesecekti. Gerçekten öyle, büyük dramlar yaşandı.
- Ne kadar sürede tamamladı?
Aslında çok az zamanımız vardı. Normalde iki ayda bitecekti ama sanırım dört ayı buldu. O sürece tanıklık eden biri için şunu rahatlıkla söyleyebilirim: Kitabı yazmak kolaymış, çizmek çok zormuş. Çünkü aradığı bir tonu, bir duyguyu bulmaya çalışıyordu. Üstelik ben o sürecin içindeydim. Bir yabancı olsa, kendi masasında oturur, siz de yazar olarak sonucu görürsünüz. Ama ben o sancılı süreci baştan sona izledim.
- O süreci birlikte yaşamanız bir avantaj sağladı mı?
Ya... dezavantaj da olabilir. Ama her anına tanık oldum. Çok aradı, çok titizlendi… Ve sonunda tonu tuttu. Mesela bir gün dışarıdayım, birden telefon geliyor: “Çözdüm! Sorun top burundaymış!” Bu bir şaka değil. Gerçekten.
Ya da başka bir gün, bir yerdeyiz; “Benim hemen eve gitmem lazım, cüceleri yerleştirmem gerek,” diyor. Bütün meselesi masalın karakterleri oldu. Başka hiçbir şeyle ilgilenmeden yaşadı o süreci. Çünkü metinle görsel arasındaki ilişkin gerçekten dostluk gibiydi. Metinle resim resmen arkadaş oldu. İnanılmaz bir bağ kurdular.
- “Issız” orman sorgulaması beni çok etkiledi. Biz insanlar normali hep kendimize göre tanımlayıp şekillendirmeye çalışıyoruz. Kontrolcü yapımız, her şeyin sonunu getirmiyor mu?
Çok insan odaklı inşa etmişiz kendi varlığımızı. Belki de hayatta kalmamız için böyle olması gerekiyordu. İnsan, bu kadar kendini kollayıp önemsemeseydi soyunu sürdüremezdi. Yani aklın bu sorunlu yanlarının da bir işlevi olabilir.
Eğer adil bir bakışla yaklaşır, insanı suçlamadan dışarıdan bir uzaylı gibi bakarsak meseleye daha geniş bir yerden yaklaşabiliriz. Hep uçlarda düşünüyoruz değil mi? Evet, bu yaklaşımın bir faydası da olabilir. Ama bir yandan da bizim paradoksal yanlarımız var.
Mesela iyi olmaya çalışmasak, ormana, hayvana, diğer canlılara ve hatta birbirimize bakışımızdaki kötücül yanlar hiç sorun olmayacak. Ama işte bir yandan da iyiyi arıyoruz, iyiyi istiyoruz. Böyle bir derdimiz var. İyiyle kötü bizde iç içe ve sürekli çatışıyor. Çok insan odaklı düşünerek belki medeniyetimizi kurduk ama bugün geldiğimiz noktada bu yaklaşımı sorgulayabilecek bir bilince de sahibiz. İşte o bilinçle kurcaladığımızda, kitapta da yer bulan bütün o sorular ortaya çıkıyor.
- Doğadan öğreneceğimiz çok şey var. Peki bu öğrendiklerimizi hayatımızda kullanmayı becerebiliyor muyuz?
Becerebildiğimiz........
© T24
