İlhami Algör: Tarih egemenlerin kaleminden yazıldı, kadınlar artık bu anlatıyı değiştiriyor
Diğer
16 Mart 2025
İlhami Algör ve Ebru D. Dedeoğlu
İlhami Algör… Evet, evet, Fakat Müzeyyen, Derin Bir Tutku’nun yazarı! Hatırladınız mı? Üç kuşağın kalbine kazınan, aşkın en kırık ve en büyülü halini anlatan o roman… Okumayanlar bile filminden tanıyor Müzeyyen’i. Şimdi ise Hollanda’da sahnelenmesi için görüşmeler yapılıyor. Ama Algör yalnızca Müzeyyen’in yazarı değil. Onu keşfedenler için her romanı, farklı bir dünya, farklı bir dil.
Algör, sistemin ve hâkim edebiyat anlayışının dışında duran bir yazar. Popüler anlatılara yaslanmaz, bilindik kalıplardan uzak durur. Hikâyeleri, okuyucusunu konfor alanından çıkarır; zamanı ve mekânı bükerek yeniden kurar. İletişim Yayımları’ndan yayımlanan Jül Vern Seyahat Acentesi de klasik bir macera romanı değil, aksine yerleşik anlatıyı ters yüz eden, gölgede kalmış hikâyeleri öne çıkaran bir metin. Bu kez, Jules Verne’in idealize ettiği sömürgecilik çağını sorguluyor. Seksen Günde Devrialem’in Phileas Fogg’u üzerinden, anlatının kimleri kapsayıp kimleri dışladığını soruyor. Erkeklerin hüküm sürdüğü bir dünyada sesi bastırılan kadınları sahneye çıkarıyor: Nellie Bly, Jessie White Mario ve daha niceleri...
T24 ofisinde buluştuk. Jül Vern Seyahat Acentesi üzerinden 19. yüzyılın güçlü kadınlarını, Jules Verne edebiyatını, emperyalizmle hesaplaşan yanlarını ve görmezden gelinen detayları konuştuk. Sohbetimiz, Algör’ün yazarlık serüveninden obsesyonlarına, aidiyet meselesinden zamanın izlerine kadar uzandı. Ama asıl merak ettiğim şu: Müzeyyen’i yaratan adam kim? Dünyayı nasıl görüyor? Hikâyeler, onun gözünde nasıl şekilleniyor? Kaçamak yanıtlar, zekice sorunun etrafında dolanmalar… Algör’ü yakalamak kolay olmadı ama yine de pes etmedim.
- Romanlarında zaman dağılır, karakterler kaybolur, mekânlar değişir ama hep bir ‘orada olmayan ama hep var olan’ hissi kalır. Peki, bu romanları yazan İlhami Algör kim?
Biraz kazık bir soru ama hadi oynayalım bu soruyla, bir tur atalım etrafında. Şimdi, mesela ben bu soruyu alıp gidip iki gün sonra gelip cevaplasam olur mu?(gülüyor) Çünkü insanın durup kendine bakması, kendisini dışarıdan görmeye çalışıp “Ben kimim?” diye sorması o kadar kolay bir şey değil. Elbette, nüfus kâğıdına bakarsan 1955 doğumlu biri olarak geçen yüzyılın ortalarına denk düşüyorum. Bir anlamda, geçen yüzyılın yaratığıyım. Şaka değil, ciddiyim. 2000’lerden sonra dünya hızlandı ama ben biraz yavaşladım. İstanbul’da doğdum, büyüdüm; zamanın ve mekânın içinde, tarih ve coğrafyanın beni şekillendirdiğini düşünüyorum. Biz hangi toplumda, hangi zaman diliminde doğduysak, kim olduğumuzun cevabını biraz da o koşullar belirliyor. Ama bana "Sen kimsin?" diye sorarsan, açıkçası bunu tek bir cümleyle yanıtlayamam. 70 yıllık bir hayatın içinden konuşuyorum. Çocukluk hâlâ ben de, şimdi de var. Arada geçen koca bir zaman var. Bunların toplamı nasıl bir şeye dönüşüyor, bazen ben bile emin olamıyorum. Bu arada, sorulardan kaçma yeteneğim var, bunu da itiraf edeyim. Muhtemelen bir sonraki sorularda da benzer şeyler yaparım. Ama gerçekten, “İlhami Algör kim?” sorusunun net bir cevabı var mı bilmiyorum. Asıl mesele şu: Siz dışarıdan bakınca nasıl görüyorsunuz?
- Bir sohbetinizde obsesif olduğunuzu söylemiştiniz. Açıkçası, romanlarını okuduktan sonra bu yeni öğrendiğim ama eksik parçayı tamamlayan bir bilgi. Bir yazar için takıntılı olmak iyi bir şey mi? Yoksa mükemmeliyetçiliğe vardığında işler ters mi gidiyor? Vazgeçebiliyor musunuz?
Ben sadece kendi sınırlarım içinde cevap verebilirim, tabii yine kaçma yeteneğimi kullanarak.:) Obsesiflik meselesine gelince, Vedat Ozan’ı bilirsin, onun kokular üzerine dört ciltlik bir kitabı var. O, obsesiflik konusunda bir numaradır. Ben ise iki numarayım. Aramızda böyle bir şaka döner: "Obsesifler candır."Ayrıntılara takıntılı olduğumu kabul ederim. Hangi hikâyeye, hangi akışa giriyorsam, o yapının içinde birbirine göz kırpan, ilinti kurabileceğin detayları ararım. Çünkü o ayrıntılar sadece hikâyeyi beslemekle kalmaz, aynı zamanda ona enerji de verir. Bir tür samanlıkta iğne arama hali… Ama zorlamadan, kendi doğallığında ilintilenebilecek şeyler varsa, onları bulmayı severim.
- Peki, iyi mi, kötü mü?
Bence bu bir tür saplantılı dikkat, ama faydalı bir dikkat. Ama işin mükemmeliyetçiliğe vardığı noktada tehlikeli olabilir. Çünkü bazen fazla takılınca, bazı şeyleri bırakmak zorlaşıyor. Ama hayat öğretiyor insana, bazen vazgeçmek de gerekiyor.
- Bu takıntılar sadece yazılarında mı geçerli, yoksa hayatının tüm alanına mı yayılıyor?
Hayatın tüm alanında küçük takıntılarım var. Ama küçük mü bilmiyorum. Evden çıkarken ocağı kapattığımı bilsem bile dönüp tekrar kontrol ederim. Kettle’ın fişini çekmiş olmama rağmen gidip bir daha bakarım. Bunlar var. Bunlar dışında da takıntılarım var ama bu sohbetin konusu değil, oraya girmeyelim. Mükemmeliyetçilik meselesine gelince… Aslında pek mükemmeliyetçi değilim. Ama belki dışarıdan öyle görünüyor olabilir. Ne demek istediğini anlıyorum, hatta buradan çıkınca da düşünürüm. Eğer netleşmezse, belki sana telefon açıp: "Ne demek istedin?" diye sorarım. Ama mükemmeliyetçilik bana pek yakın gelmez. Hatta korkutur. Çünkü fazla mükemmeliyetçilik insanı sıkıştırır, gaz yapar. Hakikaten gaz yapar.
- Bir önceki sohbetimizde “Kadınları severim” demiştin. Bu sadece bir cümle olarak kalmasın, açalım. Aşka nasıl bakıyorsun? Yazarken inşa ettiğin aşklar mı daha gerçek, yoksa yaşadıkların mı? Yoksa senin için ikisi de birbirine karışan, sınırları olmayan bir ağ mı?
Başımı belaya sokacaksınız. Hadi birlikte hatırlayalım… O cümleyi ben öyle durup dururken, havada asılı bir şekilde kurmadım. O zaman Jules Verne Seyahat Acentesi’nden bahsediyorduk ve özellikle kadın karakterleri konuşuyorduk. Yanılmıyorsam Jessie White Mario’dan söz açmıştık. 1800’lerin ortalarında, kendi sınıfındaki kadınlardan çok daha ileri bir eğitim almış, düşünce olarak da zamanının ötesine geçmiş bir kadın. Bir noktada Garibaldi’yle tanışıyor ve onun bağımsızlık mücadelesine inanarak destekçisi oluyor. Ama asıl mesele şu: Kadın doktor olmak istiyor, fakat tıp fakültelerine kabul edilmiyor. “Kadınlardan doktor olmaz” deniyor. Fakat o vazgeçmiyor, azmediyor, direngenliğiyle, zekâsıyla, inadıyla bu bariyerleri aşmaya çalışıyor. Benim "Kadınları severim" cümlem, işte o sohbetin, o bağlamın içinde geçti.Ama şimdi müsaadenle bir şey söyleyeyim: Bugün kadın hareketi çok güçlü bir yerde ve haklı olarak da sert bir mücadele veriliyor. Hal böyleyken, "Kadınları severim" cümlesi pek çok kaşı havaya kaldırabilir. “Ne demek yani? Kadınları severim derken?” diye sorgulanabilir. Bu konuda daha temkinli olmam gerektiğini de biliyorum. Bak, ben iki ablayla büyüdüm. Çocukken........
© T24
