menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Emrah Safa Gürkan: Bugün özgürlük sandığımız şey, sistemin dayattığı prangalara rıza göstermemizden ibaret

26 11
13.04.2025

Diğer

T24 Haftalık Yazarı

13 Nisan 2025

Emrah Safa Gürkan

Emrah Safa Gürkan’ın Kronik Kitap’tan yayımlanan Ezbere Yaşayanlar: Vazgeçemediğimiz Alışkanlıklarımızın Kökenleri adlı kitabı, özgürlük, eşitlik ve bireysellik mitlerini sorgulayan bir metin. Modern çağın vitrininde “özgünlük” gibi duran pek çok davranışın, aslında tarihsel alışkanlıkların, kültürel ezberlerin ve görünmez baskıların bir tekrarına dönüştüğünü gösteriyor. Dedikodudan hediyeleşmeye, aksandan fala, konuşma tarzından sosyal medya persona’larına kadar geniş bir yelpazede, davranışlarımızın ardındaki antropolojik, sosyolojik ve psikolojik dinamikleri inceliyor.

Emrah Safa Gürkan’la ofisinde buluştuk. Sadece kitabı değil; nesiller arası eşitsizlikten eğitim sistemine, gençlerin başlattığı boykottan CHP'nin söylemlerine kadar pek çok başlıkta ezber bozan bir söyleşi gerçekleştirdik. Siyasetin neden bizi hep yarı yolda bıraktığını, dedikodunun neden aslında zekice bir sosyal strateji olduğunu ve özgürlük sandığımız zincirlerin nasıl içselleştiğini konuştuk. Gürkan’ın en çarpıcı tespitlerinden biri ise şu cümleyle özetlenebilir: Bu ülkenin geleceğini biz değil, çocuklarımız kurtaracak. Bizden bir şey olmaz.”

- Bu çağın en büyük ezberi nedir? Gerçekten ‘özgün’ olanla sadece ‘özgünmüş gibi görünen’i nasıl ayıracağız?

Bu çağın en büyük ezberi, özgür olduğumuz yalanı. Görünüşte özgürüz, ama bu özgürlük çok dar bir çerçevede tanımlanıyor. Gerçekte ne özgürüz ne de eşitiz. Aydınlanmanın başında şöyle bir inanç vardı: Güç ilişkileri devletle sınırlıdır, devleti sınırlarsak özgürleşiriz. Ama günümüzde özgürlük artık sadece devletle sınırlı bir mesele değil. Kariyer, ideal insan modeli, başarı takıntısı… Bunların hepsi üzerimize yüklenmiş yeni türden baskılar. Sabah beşte kalk, buzlu duş al, meditasyon yap, iki yüz elli şınav çek… Böyle bir ‘kendini gerçekleştirme’ manyaklığı dayatılıyor. Sosyal medya da bu sahte özgünlük hissini sürekli körüklüyor. Dolayısıyla asıl büyük yalan şu: Özgür olduğumuzu sanıyoruz ama değiliz. Rousseau’nun dediği gibi: “İnsan özgür doğar ama her yerde zincire vurulmuştur.” Ve en tehlikelisi de bu zincirleri içselleştirmiş olmamız.

- Peki, yaşadığımız bu çağı "yeni despotizm çağı" olarak değerlendirebilir miyiz?

Açıkçası buna hemen “evet” demek kolaycılık olur. Despotizm dendiğinde akla ilk olarak devlet gelir ama mesele sadece devlet değil. Bugün dünya genelinde klasik anlamda devlet baskısından çok daha derin, görünmez bir baskıyla karşı karşıyayız. Bu da şirketlerin, sistemin ve kültürel kodların yarattığı içselleştirilmiş bir baskı. İnsanlar artık kendilerini ürünleştiriyor. Herkes bir ambalaj gibi. Stres ve ambalaj çağındayız. Her şey paketlenmiş, sunum hâlinde—insan da dahil. Bu nedenle yaşadığımız çağ aslında “self-despotizm” çağı. Yani baskıyı başkası uygulamadan önce, biz kendimize uyguluyoruz. Daha da tehlikelisi: Eğer birey olarak evdeki baskıyı normalleştirirsen, yukarıdan gelen baskıya da itiraz etmezsin. Bu kültürel altyapı, otoriter sistemleri destekleyen bir zemin oluşturuyor. 1920’ler 30’lar gibi bir dönem yaşamıyor olabiliriz ama bu, yaşamayacağız anlamına gelmez. Otorite, önce gönüllü olarak kabullenilir. "Ezbere Yaşayanlar"da da bunu anlatmaya çalıştım: Hayatımızı şekillendiren pek çok prangayı kendimiz takıyoruz. Despotizm bir gün mutlaka gelir ama öncesinde biz çoktan teslim olmuş oluyoruz zaten.

- Neden prangalara ihtiyaç duyuyoruz?

Aslında duymuyoruz. Ama bize ihtiyaç duyduğumuz söyleniyor. Telkin olmadan yaşayamaz hâle geldik. Bugün bir insan, her gün binlerce telkinle yüz yüze. Oysa 1400 yılında bir köylü için devlet sadece sikke üstündeki sultanın resmi ve hutbedeki birkaç sözden ibaretti.

300 yıl sonra, 1700’lerde, diyelim ki bir İngiliz Katolik için bu hâkim güç artık sadece kilisede ya da paranın üstünde değil, düzenli bir ibadet ritüelinin, içselleştirilmiş bir düzenin parçasıydı. 1900’lere geldiğimizde ise devreye adab-ı muaşeret girdi. Ne zaman ne yapılacağı, nasıl davranılacağı artık açık kodlarla belliydi. Ve garip bir şekilde bunun bizi özgürleştirildiğine inanıldı. Oysa durum tam tersiydi. Daha üretken olduk çünkü sistem bunu ödüllendiriyordu. Gelişim kutsandı. Bugünse beyaz yakalı, 30 yıl sonra Harari okuyor, Ferrari'sini Satan Bilge’yle içsel yolculuğa çıkıyor. Ya da işini bırakıp yoga kampına gidiyor. Hep aynı hikâye. Çünkü bazı şeyleri gerçekten anlamamamız gerekiyor. Anladığımız anda sistemden çıkabiliriz. O yüzden o prangaları kendimiz takıyoruz. Ve sonra onlarla yaşamayı “özgürlük” sanıyoruz.

- O zaman “Okul” bize ne öğretiyor?

Aslında okul, bireyin özgürlüğünü törpüleyen kurumlardan biri. Herkes Pink Floyd dinliyor ama kimse Another Brick in the Wall’un ne dediğine bakmıyor. "Eğitim" diyorlar ama sistemin istediği gibi eğitim. Ben çocuklarıma hep söylüyorum: "Okulda öğrendiklerinizi eve gelince unutun." Orası teknik bilgi içindir. Hayatta kalmak için, köprüden geçmek için. Ama asıl mesele şu: Okul seni büyük bir makinenin vidası yapmaya çalışıyor. Sen de kabul edersen bir vidaya dönüşüyorsun. Ben vida olmak istemedim.

- Ama siz de akademisyensiniz? Akademi anlattıklarınızla tezat değil mi?

Öyleydim. Şimdi kendi işimde, başka bir yerde, yine vida oluyorum ama en azından neyin vidası olduğumu biliyorum. İlginç olan şu: Sistem, seni hem vida yapıyor, hem de farklıysan ödüllendiriyor. Madden ya da manen kaçarsan bir şekilde karşılığını veriyor. Bu da sistemin kendi içinde ne kadar çelişkili olduğunu gösteriyor zaten.

- Zaten icatları yapan, ezberleri bozan hep o “ayrık otlar” değil mi?

Evet, sistem bir noktada diyor ki: "Seni kandıramadım ama sana da ihtiyacım var." Ama herkesi senin gibi yaparsam çark dönmez. Sen az kal, sınırlı kal, kontrollü farklı ol. Bu prangayı çoğu zaman biz kendimiz takıyoruz. O yüzden bizim burada özellikle Türkiye’de orta sınıfa bazı şeyleri anlatmamız gerekiyor. Mesela okulun kutsal olmadığını, Victoria ahlakının mutlak bir değer taşımadığını ya da bir şirkette başarılı olamamanın hayatın sonu olmadığını.

- Peki bu ezberleri nasıl kıracağız?

Herkesin bir yeteneği, bir hedefi var. Ama bunları doğru bir bileşim hâline getirmek gerek. Ve bunu da başkasından duyarak yapamayız. Ne bir şeyhe ihtiyacımız var, ne bir kurtarıcıya. Bugün çok başarılı bir iş insanı bile, on yıllık maaşıyla bir ev alamıyor. Havada duran bir çimento parçası için ömrünü veriyor. Bu nasıl bir hayat? Eğer ezberin dışına çıkmazsak, özgürleşemeyiz. Türkiye’de kimse gelip sizi özgürleştirmeyecek. Ne birey olarak ne siyasi olarak. Hep birinin gelmesini bekliyoruz. Biri gelsin, akıl versin istiyoruz. Ama herkes kendi kendini özgürleştirmek zorunda. Eğer toplumca özgürleşeceksek, onu da birlikte yapacağız. Biz "şeyh toplumu"yuz biraz. Düşünsenize, Nutuk kaç kişi tarafından gerçekten okunmuştur? Ama herkesin arabasında Atatürk imzası var. Ya fikriyat? Aynı şey başka ideolojiler için de geçerli. Slogan var, imge var ama içini doldurmak yok. Duygusal bağlılık var ama entelektüel çaba zayıf. Bu da ezbere yaşamak.

- Ezber Yaşayanlar’da İngiltere’ye giden doktora öğrencilerinin, kendi burslarını artırmak yerine başkalarınınkini düşürmek istemesi çok sarsıcı bir örnek. Bu hikâyeyi anlatır mısınız?

(Gülüyor...) İki grup öğrenci var. İkisi de benim hocam. Bir grup 2000 pound alıyor, diğer grup 1000. Şimdi ne beklersiniz? 1000 pound alanlar itiraz eder, “bizimkini de artırın” der. Ama öyle olmuyor. Diyorlar ki, “onlarınki de 1000’e insin.” Gerçekten böyle oluyor. Parası indirilenlerden biri Oktay Özel, bunu yaşayan kişi. İndirten kişi de benim hocam ama ismini vermeyeyim.

- Bu örnek önemli çünkü Türk insanının ahlaki gerçekliğini apaçık ortaya koyuyor. Merak ettiğim şu: Bu yoklukta eşitlenme arzusu nereden geliyor? Neden bollukta değil de, başkasının elindekini aşağı çekerek denge kurmaya çalışıyoruz? Hasetlik değil mi?

Bunun altında çok daha derin bir yapı yatıyor. Bu kadar bölünen bir toplum müreffeh olamaz çünkü en küçük meselede bile hemen kamplara........

© T24