menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Aslı Kotaman: Sanat tarihini yeniden yazarken, kadınların hikâyelerini sadece trajedi üzerinden değil, direniş ve üretkenlikleriyle de anmak gerekiyor

15 1
16.02.2025

Diğer

T24 Haftalık Yazarı

16 Şubat 2025

Aslı Kotaman

Zihin Koleksiyoncusu Aslı Kotaman’ın Kara Karga Yayınları’ndan çıkan Sanatın Erkeksiz Tarihi, kadın sanatçıların tarih boyunca karşılaştığı engelleri, erkek egemen yapının onları nasıl gölgede bıraktığını ve bu görünmezliği aşma mücadelelerini anlatıyor. Kotaman’la sohbet ederken en çok aklımda kalan cümlesi şu oldu: “Sanat tarihine bakarken sadece ‘Kadın sanatçılar nerede?’ diye sormak yetmez, ‘Neden yok sayıldılar?’ sorusunu da sormalıyız.”

Linda Nochlin’in o meşhur sorusu, “Sanatta büyük kadın sanatçı yok mu?” da temel tartışmalarından biri. Kitapta Mihri Müşfik, Hale Asaf, Artemisia Gentileschi, Frida Kahlo, Georgia O’Keeffe, Lee Krasner, Louise Bourgeois, Barbara Kruger ve Tracey Emin gibi pek çok güçlü kadın sanatçının hikâyesini okuyorsunuz. Ama itiraf etmeliyim ki tüm bu etkileyici anlatıya rağmen, daha derin bir içerik beklentim tam olarak karşılanmadı. Kotaman da bu eleştirime hak veriyor ve kitabın daha kapsamlı olabileceğini kabul ediyor. Yine de onun bilgisi, donanımı ve samimi anlatımı, sanatın eksik yazılmış tarihini sorgulamak için çok önemli bir kapı aralıyor. Aslı Kotaman ile sanatın erkeksiz tarihini tüm detaylarıyla ve en gerçekçi haliyle konuştuk...

- Linda Nochlin’in “Sanatta büyük kadın sanatçı yok mu?” sorusu bugün hâlâ tartışılmaya devam ediyor. Tarih boyunca eğitim ve fırsat eşitliğinin olmaması, kadın sanatçıların görünmezliğinin temel sebeplerinden biri olabilir mi? Peki ya şimdi? Kadın sanatçılar gerçekten ön plana çıkarılıyor mu?

Kadın sanatçıların tarih boyunca görünür olmaması doğrudan eğitim ve fırsat eşitsizliğiyle bağlantılı. 18. yüzyılın sonlarına kadar Batı'da sanat akademilerinde eğitim almak kadınlar için neredeyse imkânsızdı. Sadece aristokrat sınıftan gelenler veya babası sanatçı olanlar bu kapıdan içeriye adım atabiliyordu. Oysa sanatçı olmak, yalnızca eğitim almakla değil, bir ustanın yanında çıraklık yapmak ve atölye pratiği edinmekle mümkün oluyordu. Kadınlar için bu süreç büyük oranda engellenmişti; nitekim anatomik çizimler ve canlı modelle çalışma gibi temel eğitim unsurları onlara yasaktı.

Bugün, kadın sanatçılar ve genel olarak erkek olmayan sanatçılar daha fazla görünürlük kazanıyor. Ancak bu, sanat dünyasında gerçekten yapısal bir dönüşüm olduğu anlamına mı geliyor? Örneğin, büyük müzelerde sergilenen veya büyük satış rakamlarına ulaşan eserlerin yalnızca yüzde 8’i erkek olmayan sanatçılara ait. Üstelik bu alan içinde bile Georgia O’Keeffe, Yayoi Kusama gibi belirli isimler öne çıkarken, daha az bilinen kadın sanatçılar sanat piyasasında aynı derecede yer bulamıyor. Bu Georgia O’Keeffe ve Yayoi Kusama gibi sanatçıların sanat dünyasındaki önemli yerini sorgulamaktan ziyade, bu alanda hak eden pek çok sanatçının hâlâ yeterince temsil edilmediğini ve sanat piyasasının görünürlük mekanizmalarının belirli isimleri öne çıkarırken diğerlerini dışarıda bıraktığını göstermektedir. Bu durum, yeni nesil kadın sanatçılar için çift yönlü bir mücadele anlamına geliyor. Bir yandan o yüzde 8’lik dilime dahil olmaya çalışırken, diğer yandan sanat dünyasının kendi iç hiyerarşilerini aşarak sanat tarihine yeni isimler kazandırma mücadelesi veriyorlar. Dolayısıyla, mesele yalnızca toplumsal cinsiyet eşitsizliği değil, aynı zamanda sanat dünyasının iç dinamikleri ve sanat piyasasının işleyişiyle de ilgili. Bu noktada Kristeva’nın çember sembolizmi devreye giriyor. Mesela, Londra’daki Trafalgar Meydanı’nda bulunan “Fourth Plinth” kaidesine son yıllarda ya kadın sanatçılar ya da sömürgecilik karşıtı anlatılar içeren eserler yerleştiriliyor. Ancak burada sorulması gereken soru şu: Gerçekten çemberin içine dahil olmak mı istiyoruz, yoksa yalnızca eşitsizlikleri ortadan kaldırmak için mi oraya girmeye çalışıyoruz?

Bu tür tartışmalar, sanat dünyasının yapısal sorunlarını da görünür kılıyor. Sanatta yer edinmek başlı başına bir amaç mı, yoksa toplumsal eşitlik mücadelesinin bir sonucu mu? Bu soruların yanıtı sanatçının kendi politik ve estetik duruşuna bağlı olarak değişebilir, ancak asıl mesele, sanat dünyasında temsil edilenler kadar temsil edilmeyenleri de sorgulamak ve görünürlüğü belirleyen sistemleri analiz etmektir.

- Sanat tarihini yeniden yazmak mümkün mü?

Beni tanıyanlar bilir, genellikle karamsarımdır. Eksiklere, dışlanmışlara ve sanat tarihindeki büyük boşluklara odaklanırım. Ama son yıllarda şunu fark ettim bu benim karamsarlık sandığım aslında umudun ta kendisiymiş. Hikâyeyi gerçekten yeniden yazabilmek için, önce değişimin mümkün olduğuna inanmak gerekiyor. Sanat tarihindeki eksik hikâyeleri, yalnızca geri getirilemez kayıplar olarak görmek yerine, yeniden keşfedilmeyi bekleyen anlatılar olarak düşünmeliyiz. Boşluk ve kayıp aynı şey değil. Kayıp, geri getirilemez. Ama boşluk, yeni bilgiler, yeni bakış açıları ve farklı anlatılarla doldurulabilir. Sanat tarihini yeniden düşünmek, bu boşlukları doldurma cesaretini göstermekle ilgili. Bu yaklaşım, post modern sanat, edebiyat ve sinema için de geçerli. Sürekli olarak yeniden yaratabilme gücünü elimizde tutuyoruz. Roland Barthes’ın “Yazarın Ölümü” kavramını düşünelim. Barthes, “anlam artık yazarın tekelinde değil, okur tarafından yeniden üretilir” diyerek büyük bir kırılma noktası yarattı. Bunu sanat tarihine uyarlarsak, eğer her izleyici, her bakan göz sanat eserine yeni anlamlar kazandırabiliyorsa, sanat tarihinin anlatısını da genişletebiliriz.

Ancak burada önemli bir nokta var: Sanat tarihini tamamen sıfırdan yazmak değil, onu dönüştürmek ve eksiklerini tamamlamak mümkün. Bu, bir tür tarihsel restorasyon süreci gibi düşünülebilir; eksik parçalar araştırılarak, farklı bakış açıları dahil edilerek ve görünmez kılınan sanatçılar anlatıya eklenerek, sanat tarihi daha kapsayıcı hale getirilebilir. Bence, sanatın iyileştirici gücü de tam burada başlıyor. Hikâyeler çoğalabilir, yeni anlatılar eklenebilir ve zamanında yok sayılan sanatçılar, farklı disiplinlerden gelen okumalar ve yeni araştırmalarla görünür kılınabilir. Sanat tarihi değişmez bir anlatı değil; sürekli genişleyen, yeni bilgilerle zenginleşen bir süreç. Ve bu sürecin parçası olmak, sanat tarihine bakışımızı dönüştürebilir.

- Sanatın sınırlarını belirleyen erillik ve eril dil, sanat tarihindeki başka hangi yapısal eşitsizlikleri güçlendirdi?

Tarih boyunca sanatın dili ve yapısı, yalnızca sanat tarihini değil, tüm tarih yazımını şekillendiren eril anlatının bir parçası olmuştur. Aslında mesele sadece sanat tarihi değil; siyaset, ekonomi ve toplumsal düzen üzerinden şekillenen daha geniş bir anlatıdır. Sık sık şunu düşünüyorum: Eğer devlet yönetimi erkek işi olarak görülmeseydi, bugün nasıl bir dünyada yaşıyor olurduk? Bu, yalnızca iyimser ya da kötümser bir bakış açısı meselesi değil, temel bir tarihsel dönüşüm sorunu. Ama burada meseleyi belli kategorilere sıkıştırmak yerine, tarih yazımının kendisini ve onun dilini sorgulamak gerektiğini düşünüyorum. Örneğin, eğer tarih eril bir dille değil de dişil bir dille yazılmış olsaydı, bugün nasıl bir dünya görüşüne sahip olurduk? Antropolog Elizabeth Fisher’ın şu sorusu çok ilginçtir. Tarihte en büyük icat nedir? Geleneksel bakış açısıyla hemen silah, tekerlek ya da ateş gibi cevaplar verilir. Ama Fisher diyor ki: “Çuval.” Çünkü çuval sadece bir nesne değil; toplumsal dönüşümün bir sembolü. Bebek taşımak için de kullanırsınız, topladığınız yiyecekleri taşımak için de. Yani insanlık tarihine baktığımızda, “Buldum!” diye taşınan av ganimetinden çok, onu taşımayı mümkün kılan şeyin daha kritik olduğunu görebiliriz. Bu bakış açısı, tarihsel anlatının nasıl şekillendirildiğine dair önemli........

© T24