menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Kokularla geçmişe yolculuk

26 1
16.08.2025

Diğer

T24 Haftalık Yazarı

16 Ağustos 2025

Koku, diğer duyularımızdan biraz farklı çalışır. Gözlerimizden gelen görüntü, kulaklarımızdan gelen ses önce beynin “mantık merkezlerinden” geçer, ama koku öyle değil. Burnumuzdaki koku reseptörleri sinyali doğrudan limbik sisteme yollar. Yani duyguların, hafızanın ve içgüdülerin oturduğu o eski beyin bölgesine. Bu yüzden bir kokuyu duyduğumuzda, daha “Bu ne kokusu?” diye düşünmeye fırsat bulamadan, hissetmeye başlarız. Bu yüzden bazı kokular bizi saniyeler içinde geçmişe ışınlar; annenizin parfümü, çocukken oynadığınız parkın toprak kokusu, yaz tatillerinde duyduğunuz deniz ve güneş kremi karışımı… Hepsi beyindeki o hafıza çekmecesini hiç ses çıkarmadan açar.

Patrick Süskind’in romanından uyarlanan film Koku: Bir Katilin Hikayesi tam da bu güce odaklanır. Ben 90’lı yıllarda kitabını da okumuş ve çok etkilenmiştim. Filmde Jean-Baptiste Grenouille, olağanüstü koku alma yeteneğiyle insanların en derin hislerini, korkularını ve arzularını “kokular” üzerinden yakalar. Grenouille’nin “kusursuz kokuyu” yaratma takıntısı, aslında kokunun insan üzerinde ne kadar kontrol sahibi olabileceğinin uç bir örneği.

Film bize şunu hatırlatır: Koku, sadece burnumuzun algıladığı bir şey değil; kim olduğumuzu, neyi sevdiğimizi, neyden korktuğumuzu bile belirleyebilen bir kimyasal dil ve bu dil, çoğu zaman kelimelerden daha etkili konuşur.

Minicik bir koku zerresi, yirmi yıl önceki sevgilinizin size sarıldığı bir anı hatırlatacağı gibi, bir ormanda yürürken duyduğunuz ıslak yaprak kokusu, çocukken ormanda yürürken bir kez korktuysanız, aynı korkuyu yeniden yüreğinize taşıyabilir. Ancak biz daha güzel hislere odaklanalım, yani yemeklerin kokularına.

İlk anlatacağım koku hikayesi iştah açan, acıktıran bir koku yolculuğu değil. Tam tersi, aslında hoş olmayan bir kokunun nasıl da hoş çocukluk anılarıma beni taşıdığı.

Yıllar önce, Boğaz’da, Arnavutköy’de, bir incir ağacından düşüp ezilerek çürümüş incirlerin yerlere saçılmış olduğu sessiz bir sokaktan geçerken buldum kendimi. İlk gördüğüm şey yerlere dökülen incirler değildi. O çürük incirlerin ekşimsi kokusuydu. O kuvvetli koku beni aniden, neredeyse ışık hızıyla, babaannemin Florya’daki bahçesine ışınladı.

80’li yıllardan bahsediyorum. Babaannemin bahçesi, incir ağaçlarının büyük yaprakları yüzünden her zaman gölge altında, hatta hafif karanlık bir bahçeydi. Bu da orayı daha melankolik hatırlamama yol açar hep. Bir de evin karşısındaki tren istasyonu yüzünden eski bir İstanbul filmi gibi hatırlarım o evi. Çürük incir kokusu, gölgeliklerdeki sessizlikler ve arada bir o sessizliği bozan tren sesi. İşte Arnavutköy’de, sıradan bir günde sokaklarda yürürken........

© T24