menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Trump’ın ‘Altın Çağı’  

14 1
27.03.2025

Diğer

27 Mart 2025

Donald Trump

Doğuştan zengin olmasına rağmen Trump, zenginliği yaşamada, fakirlerin zenginlik fantezilerinin ötesine geçemeyen biri. Bunu, sonradan görme otokratlar gibi geç orta çağ saray şatafatına düşkünlüğünde ama en çok da zenginliğini altın ve altın rengiyle sergileme saplantısında görmek mümkün.

New York’ta Trump Tower’daki veya Florida Mar-a-Lago’daki malikanelerinden medyaya yansıyan video ve fotoğraflar gülünç düzeydeki altın saplantısını da sergiliyor. Evlerindeki perdelerden sütunlara, alçıpanlardan mobilya kenarlarına ve hatta tuvalet klozetlerine kadar çoğu şey ya altın kaplama veya altın rengi.

2015’te başkanlığa aday olduğunu, ‘göklerden gelir gibi’, Trump Tower’daki altın rengi yürüyen merdivenden inerek açıklayacaktı.

Kendisine ait bütün gökdelen ve binaların hatta şahsen kullandığı tuvalet klozetlerinin bile en görünür yerine altın kaplama veya altın renginde ‘TRUMP’ adını mutlaka yazdırıyor. İnşaatlarını ziyaret ettiğinde altın kaplama koruyucu başlık giyiyor.

İlk kez resmen ABD başkan adayı ilan edileceği Cumhuriyetçi Parti Kurultayında konuşma yapacağı kürsü altın rengi, etrafında altın rengi sütunlar vardı.

Geçtiğimiz ocak ayında yeniden yerleştiğinden beri Oval Ofis’i adeta kuyumcu dükkanına çevirdi. Geçen hafta Fox News’den Laura Ingraham’a Oval Ofis’i nasıl Altın Ofise dönüştürdüğünü ‘altın çok önemli’ diyerek gururla gösteriyordu. Altın heykeller, altın dekorasyon, altın rengi perde, FIFA Dünya Kupasının altın kopyası, duvarlardaki eski başkan portrelerinin altın çerçeveli hale getirilmesi, altın kaplama alçıpanlar ve hatta altın kaplama televizyon kumandası…

Üniversite eğitimi almak isteyenlere, akademisyenlere, sanatçılara, aydınlara, bilimcilere ABD’nin kapılarını kapatırken, dünyadaki bütün oligarklara, yolsuz politikacılara ve uyuşturucu baronlarına 5 milyon dolar karşılığında ABD vatandaşlığının yolu açacak vizesine ‘altın kart’ adını uygun görecekti. Bugünlerde George Washington’un portresi yerine kendi fotoğrafının yer aldığı altın renginde özel baskı ‘bir dolar’ görünümlü çakma dolarları tanesini 40 dolardan satarak ek para kazanıyor.

Ve hepsinden ötesi, saçlarını her gün altın rengi boyatıyor ve solaryum ve makyajla yüzünün rengini her gün altın renginde tutuyor.

İşte bu Trump, 20 Ocak günü yemin töreninde yaptığı konuşmada başlayan ikinci dönem başkanlığını da ‘Altın çağ bugün başladı’ şeklinde ilan edecekti.

Altın Çağ, aslında Yunan mitolojisinde barış, huzur ve zenginliğin olduğu ütopik bir zaman dilimini ifade ediyor. Tarih boyunca Batı kültüründe ütopyalara, şiirlere, öykülere, felsefi teorilere konu oldu.

Trump’ın antik Yunan uygarlığının antik çağlarına uzanabilecek veya bunun Batı kültür ve literatüründeki yansımalarını kavrayabilecek çapta entelektüel bir ilgiye ve dimağa sahip olmadığı açık.

Zaten kendi yaptığı konuşmaları ve o dönemin kopyası politikaları, onun altın çağının, 19. yüzyılın son çeyreğindeki Amerika düzeni olduğunu gösteriyor.

Aslında, Trump’ın yeniden canlandırmaya çalıştığı o çağ Amerika’sının literatürdeki adı da altınla anılıyor. Lakin ‘gerçek altın çağ’ değil. Trump’ın teni, zihni ve mülkiyeti gibi sadece ‘altın rengiyle kaplı’ bir çağ.

İç Savaşı kazanıp birliği yeniden sağladığı için ABD’nin ikinci kurucu başkanı diye anılan Abraham Lincoln’un 1865’te öldürülmesiyle başlayıp, Trump’ın bugünlerde öve öve bitiremediği ABD Başkanı William McKinley’nin 1901’de öldürülmesiyle sona eren 35 yıllık dönemi Amerikan literatürü, ‘Gilded Age’ yani ‘Altın Kaplama Çağ’ şeklinde adlandırıyor. Kastettikleri şeyi dikkate alırsak bizim kültürel dilimize ‘çakma altın çağ’ diye de çevirebiliriz.

1865-1900 arasında 35 yıllık dönem, ulaşım (tren) ve iletişim (telgraf-telefon) teknolojileri, petrol ve elektrik başta olmak üzere yeni enerji kaynakları, sosyo-ekonomik değişimleriyle (siyahların ve kadınların kamusal alanda görünür hale gelip eşitlik talebini yükseltmeye başlaması, şehirleşme, altyapı, seri üretim patlaması, göçmen akını) radikal ve kaotik bir dönüşüm çağıydı.

Bu 35 yılda değişim o kadar hızlıydı ki bir tarihçinin deyimi ile “sabah bir ülkede uyanıp, akşam başka bir ülkede yatağa girmiş gibi oluyordunuz”.

1860’ların ortasında Amerikalılar ve ülke ekonomisi hala büyük ölçüde mahalli niteliğe sahipti. Eyaletler arası ticaret bir yana komşu şehirler arası ticaret bile çok kısıtlıydı. Çağın yeni ulaşım teknolojisi olan demiryolu bu kısıtlanmayı aşmaya olanak verdi ve tren bütün ülkeyi dev bir ortak pazara dönüştürdü. Önce telgraf ardından telefon ilk defa ülkeyi aynı gündem ve tartışma konuları etrafında birleştirdi. Elektriğin aydınlatmada kullanılmaya başlaması ve sinema sosyo-kültürel yaşamı yeniden şekillendirdi.

Peki Amerikalılar böylesi parıltılı bir çağı neden “altın çağ” değil de “çakma altın çağ” olarak anıyor?

Dahası o günün düzeni, neden Trump’a gelinceye kadar Amerikan politikasında ve kamuoyunda ‘bir daha asla oluşmaması gereken bir düzen’ muamelesi gördü?

Çünkü Gilded Age, feodalite ve aristokrasiden uzak, eşit vatandaşlık ve fırsat eşitliğine dayalı bir hukuk düzenine ulaşmayı amaçlayan Amerikan Cumhuriyetinin, 21. Yüzyıla gelinceye kadar bu rotasından en fazla saptığı dönemdi. Gilded Age, cumhuriyet öncesi feodal düzene güçlü bir geri dönüş eğilimiydi.

Mafyavari çökmeler, spekülatörlük ve kamu ihaleleriyle tekelleşen bir grup acımasız ve açgözlü sermayeci hiçbir aristokratın hayal edemeyeceği kadar zenginleşip, toplumun algı dünyasının ve ülkenin adeta sahibi oldu. Bütün regülasyon ve denetim mekanizmalarını yok ederek bu sermayedar grubuna yol açan politikacılar, yolsuzlukları, torpilleri ve rüşvetleri sayesinde zengin sınıfına katıldı. Amerikan tarihçi Charles W. Calhoun, dönemi anlatan kitabında, 19. Yüzyılın son çeyreğini, “ne zaman biteceği bilinmeyen bir ulusal yolsuzluk ve rüşvet karnavalı” şeklinde niteliyor.

Bu yolsuz politikacı ve sermayedarların, kendi adlarına şakşakçılık yapmaları, toplumu “yoksulluğun da zenginliğin de Allah’ın biçtiği kader” olduğuna ikna için beslediği bir grup gazeteci, bürokrat, din adamı da bu düzenden payını alıyordu. Bunlar, anlamlandıramadıkları sosyo-kültürel değişime ve hepsinden önemlisi sefaletlerine günah keçisi arayan yoksul ve işçi çoğunluğun öfkesini, siyahlara, Katolik ve Yahudi göçmenlere, Kızılderililere yönlendiriyorlardı.

Hayali düşmanların korkusuyla düzene sarılan toplum, korkunç boyutlarda bir eşitsizlik, sömürü, hukuksuzluk, yolsuzluk ve ayrımcılığın karanlığında yaşama mahkumdu.

İşçiler, fabrikaların, madenlerin, altyapı inşaatlarının korkunç çalışma koşullarında, çok uzun çalışma süresinde, çok az bir maaş karşılığı çalışmaya mahkûmdular. ‘Fırsat eşitliği’ ülkesinde bir tekstil baronunun deyimi ile “daimî fabrika nüfusu” olmaktan öteye geçemezdi bu insanlar. Haftada en az 60 saat çalışıyorlardı. En yüksek işçi ücreti saat başına 10 cent’ti (günümüz parası ile 3 dolar).

O günlerde bir süre New York’ta yaşayan müstakbel Fransa Başbakanı Clemanceau, gücü olan gücünün yettiğini ezip sömürdüğü bu Sosyal-Darwinizm düzenine bakıp, “ABD’nin toplumuna uygarlaşma safhası yaşatmadan barbarlıktan doğrudan inkıraz (decadence) evresine atladığı” tespiti yapmaktan kendini alamayacaktı.

Çağın altuni ışıltısının arkasındaki gerçek paslı yüzünü, daha büyük çoğunluğun o dönemi, ‘ekonomik şahlanış’ olarak gördüğü zamanlarda görenlerden biri de sonradan Amerikan edebiyatının en önemli isimlerinden birine dönüşecek Samuel Langhorne Clemens adlı yazardı.

Mississippi Nehrinde gemicilerin, derinliğin gemiyi yüzdürmeye yeterli alanlar için kullandığı ‘mark twain’ deyimini kendisine yazar mahlası olarak seçen Clemens, 1873 yılında arkadaşı Charles Warner’ın da katkısı ile bu dönemin parıltılı zenginliğinin arkasındaki eşitsizlik ile politik, insani, ekonomik ve etik çürümeyi anlatan ‘The Gilded Age’ (Altın Kaplama Çağı) adlı bir hiciv roman yazdı.

Mark Twain ve Warner, romanlarının adını, Shakespeare’in ‘Kral John’ oyununda geçen, “Som altını altınla kaplamak,

Zambağı boyamak gibi…

Gülünç bir aşırılık ve israf.” mısralarından esinlenmişti.

Shakespeare, halktan topladığı fahiş vergileri, gösteriş ve şatafat işlerine harcamasıyla bilinen Kral John’un, taç giyme töreninden dört yıl aradan sonra ikinci kez oldukça maliyetli ve gösterişli bir taç giyme töreni düzenlemesine tepkileri yansıtırken bu ifadeyi kullanıyor.

Shakespeare, Macbeth adlı oyununda Lady Macbeth’in kralın öldürülmesini sarhoş ederek uyuttuğu nöbetçilerine yıkmak için, nöbetçilerin yüzlerini cinayet aracı hançerdeki kana boyamasını da ‘gild’ sözcüğü ile ifade ederek, suçu örtmeye de gönderme yapıyor.

Mark Twain ise, Shakespeare’in hem altın kaplamaya (gild) hem suça (guilt) hem de suçu örtmeye (gild) gönderme yapan cinasını daha da katmerlendirir. Organize çıkar grubu anlamında ‘guild’ sözcüğünü de ima ederek, bunun aslında altın yaldızlarla süslenmiş bir organize suç çağı olduğunu yansıtır.

Amerikan tarihi, romandan yarım yüzyıl sonra 1920’lerde geriye dönüp 19. Yüzyıl son çeyreğine baktığında, Mark Twain ile hemfikir olacak ve söz konusu dönemi artık Twain’in taktığı isimle, “Gilded Age (Altın Kaplama Çağ)” diye adlandırmaya başlayacaktı.

Twain’in arkadaşı Warner ile ‘The Gilded Age’ romanını yazdığı 1870’lerin başında Amerikan toplumu ve zihni birbirinden bağımsız görünen üç dönüştürücü sürecin girdabındaydı.

İlki, İç Savaşta ülkeden duygusal olarak kopmuş beyaz ırkçısı Güney eyaletlerinin yeniden birliğe entegre edilmesi süreciydi. İç Savaştan yenilgiyle çıkan ve köleliğin yasaklanması nedeniyle hala ülkeye yabancılık duyan bu eyaletler, bu eyaletlerdeki siyahların kölelik kadar aşağılayıcı bir beyaz ırkçısı düzene (Jim Crow düzeni) teslim edilmesiyle birliğe entegre ediliyordu. Ülkenin bir coğrafyasında veya önemsiz bir sosyal grubuna ayrımcılık ve hukuksuzluğu hoş görmenin, ülkenin geri kalanında da hukuksuzluk ve ayrımcılığı meşrulaştıracağı gerçeğini unutmanın lanetini yaşayacaklarının henüz farkında değildiler.

Diğer dönüştürücü süreç ise “vahşi batı” coğrafyasının birliğe katılmasıydı. Özellikle İç Savaş öncesindeki birinci Altına Hücum döneminden sonra Batıya dönük büyük bir yerleşimci akını başlamıştı. Atlantik ve Pasifik sahilinin demiryolu ile birbirine bağlanması sonrasında Vahşi Batı, coğrafyanın kadim yerli uluslarına büyük bir maliyet ödetilerek ABD’ye entegre ediliyordu. Batı’ya doğru genişleme, oluşturduğu arsa spekülatörlüğü ve yağma kültürünün yanı sıra Amerikan Cumhuriyetini, ‘emperyal’ düşüncelere savuracak fikirlerin temelleri atılıyordu.

Üçüncü ve en önemli süreç ise teknolojik yeniliklerin ve endüstriyel üretimde patlamanın sonucu yaşanan hızlı şehirleşmeydi. Birkaç şehir dışında ülkenin tamamının kasabalardan oluştuğu 1860 yılında her 6 Amerikalıdan sadece 1’i nüfusu 8 binden fazla bir yerleşim biriminde yaşıyordu. 1900’de her üç Amerikalıdan biri buralarda yaşıyor olacaktı. 1840’ta 4 bin kişinin yaşadığı Chicago, 1900’de 1,7 milyon insanın yaşadığı bir metropole dönüşecekti. Kırsal kesimden gelen göçe, Atlantik’in diğer yakasından gelen milyonlarca göçmen de katılınca şehirler büyük ölçüde kaotik ve sefil gettolardan oluşur olmuştu.

Şehirlerde kadınların gittikçe yükselen eşit vatandaşlık ve hak talepleri, “Erkeklik ve aile yok ediliyor” paranoyasından beslenen sert bir muhafazakâr tepkiyi besliyordu. Sendikaların kurulması ve işçi haklarının gündeme gelmesi, Kuzeyin sanayi baronlarında köleliğin kaldırılmasına karşı çıkan Güneydeki toprak ağalarınınkine benzer bir öfkeyi yeşertiyordu. Eğitimli siyahların sayısının ve şehirlerde görünürlüklerinin artmasının yanı sıra İrlanda ve İtalya’dan Katolik göçmen akını da hala çoğunluğu oluşturan beyaz Protestan Amerika’da ‘asli unsurun (beyaz protestan)’ üstünlüğüne dayalı ‘kültürümüzü ve inancımızı kaybediyoruz’ korkusunun neden olduğu ırkçı/dinci bir tepki dalgası büyütüyordu.

Bütün bu dönüşümün merkezindeki asıl öyküsü ise az sayıdaki insanın aşırı zenginleşmesi ve toplumun bütün geri kalanının yoksulluğa mahkum olmasıydı.

“Gilded Age” döneminde, alın teri ile çalışıp dürüstçe geçimini sağlama çaresizliğin veya enayiliğin göstergesiydi. Dönemin muhalif gazetecisi Lincoln Steffens’ın anlatışıyla, “dürüstlüğü karın tokluğu ile cezalandıran, yolsuzluk ve dolandırıcılığı ise devrin bütün imkanlarıyla ödüllendiren bir düzen” oluşmuştu.

Gilded Age, ne pahasına olursa olsun, nasıl olursa olsun fark etmez para kazanmanın yegâne değer ve tek başarı ölçüsü haline geldiği bir zamandı. Mark Twain döneme adını veren romanında yaşadıkları zamanı, bir karakterin ağzından, “Uyanık ol ki zengin ol! Zorunda kalmadıkça dürüst olma” mealinde bir sloganla özetliyordu.

Kestirmeden zengin olma hırsının egemenliğine giren her demokraside olduğu gibi, politika, zenginliğe giden en kestirme yol haline gelecekti. Dönemin zenginlerinden ve kudretli politikacılarından Marcus Hanna, “Siyasette sadece iki şey önemlidir. Birincisi para. İkincisini unuttum” diye konuşacaktı. Muhalif gazeteci Lincoln Steffens ise “bugünlerde politika İngiltere’de spor, Almanya’da profesyonel meslek, Amerika’da ise ticaret” diye yakınacaktı. Gilded Age döneminde yaşamış Meksikalı otokrat Carlos Gonzales’in, “Zenginleşmeyen politikacı, politikadan anlamıyor demektir” sözünde anlamını bulan düşünce, dönemin normalini ifade ediyordu.

Politikayı bu hale getiren en önemli etken1820’lerde demokratikleşmeyle birlikte ilk örnekleri ortaya çıkan ve on yıllar içinde Amerikan Cumhuriyetini ve demokrasisini çürüten bir kansere dönüşen Ganimet Sistemiydi.

Ganimet sisteminde (spoils system), bir politikacı bir makama seçildiğinde, mevcut memur kadrosunu olduğu gibi işten çıkarıp, yerlerini, kendisine sadık taraftarlarıyla dolduruyordu. İktidara gelen politikacı, makamın yetkisindeki bütün kamu ihalelerini de yine taraftarları veya üyesi olduğu siyasi çete mensuplarına veriyordu. Bunların hepsi yasaldı. Bir politikacının “Ganimet, galiplerin hakkıdır” sözü ile bir diğerinin, “Seçimi kazanmak meyve ağacını silkeleme hakkını kazanmak gibi. Dökülecek bütün meyveler silkeleyenin hakkıdır” sözleri bu keyfi ihale ve kamu personeli düzenini özetleyen en çarpıcı ifadelerdi.

Gilded Age çağında kamudaki işine, bir Temsilciler Meclisi milletvekili, Senatör veya parti ağasının torpiliyle sahip olmayan tek bir federal memur bile yoktu. Bunun sonucu olarak bütün kamu yetki ve hizmetleri partici ve ayrımcı bir doğaya sahipti. Mark Twain da Gilded Age romanında bir karakterinin ağzından, “Başkente geldiğinizde öğrendiğiniz ilk şeylerden biri, bu şehirde karşılaştığınız her ferdin, en üst düzey daire........

© T24