Prof. Ali Kemal Özcan: Öcalan bana İmralı'dan çıkmak istemediğini söyledi; tek ulus, tek bayrak, tek devlete karşı değil, ama ulus etnisiteyle tanımlanamaz, Kürt sosyolojisini inanmadığı bir şeye zorlarsan ters teper
Diğer
03 Mart 2025
Malum son dört gündür ülke toplu halde, PKK’nın kurucusu Abdullah Öcalan’ın kalabalık bir heyetin tam ortasında otururken çekilmiş bir fotoğraf karesi eşliğinde, örgütüne gönderdiği mesajın ne anlama gelip gelmediğini tartışıyor. Aslında Öcalan’ın metnindeki pek çok ifade ‘çok net’ görünüyor, muğlak kalan noktalar ise için ise ‘Öcalan klasiği’ demek mümkün. Örgütü ‘hemen’ anlıyor, bizimse doğru yorumlamak için dekodere ihtiyacımız oluyor. Yoruma muhtaç olan şey kelimelerin kendisi değil esasen, ancak hangi kavramsal çerçevede kullanıldıklarına dair bir literatür ve hafıza çalışması elzem.
İşin taşıyıcısı konumunda olan DEM Parti heyeti ve liderliği şu aşamada yapabilecekleri kadar izahatı kamuoyuyla paylaştı. Daha fazlasını açıklamaları kendi bacaklarına sıkmak olacaktır. Ancak bizim Türkiye toplumu olarak hükümetin yetkili ağızlarından çıkandan da DEM’lilerin söylediklerinden de daha fazlasını bilmeye ihtiyacımız var, sadece bir ihtiyaç da değil, haktır bu.
Tam da bu yüzden, Abdullah Öcalan cezaevine konulduktan sonra, avukatları, ailesi, DEM Parti ve öncüllerinin üyeleri ve devlet görevlileri dışında kendisi ile görüşen tek sivil olan Prof. Dr. Ali Kemal Özcan’ı aradım. Dersim’de yaşayan Özcan ile hızlıca bir araya gelmek mümkün olmayınca görüşmeyi video konferans yoluyla yapmak durumunda kaldık.
Türkiye, Ali Kemal Özcan’ın ismini 2019’da tekrarlanan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimleri öncesinde öğrendi. O güne kadar akademik camia içindeki niş bir alanı çalışanlar dışında kimsenin tanımadığı Özcan, apar topar İmralı’ya Öcalan ile görüşmeye gönderilmiş, sonrasında da kameralar karşısında Öcalan’ın o kritik seçime dair mesajı canlı yayında kendisine okutulmuştu. Öcalan o mektubunda, 23 Haziran 2019 seçimlerinde HDP’nin tarafsız kalmasına yönelik ifadeler kullanmıştı. Ancak seçim, Ekrem İmamoğlu için farkı çok açtığı bir galibiyetle sonuçlanmıştı. Ali Kemal Özcan ise bu işe hevesli olmasının bedelini hakkında açılan soruşturma ve Munzur Üniversitesi’ndeki görevinden uzaklaştırılmasıyla ödedi. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin siyasi bir hedefi için kullanılmış oldu.
Bugün ve yarın yaşanacaklar üzerine kafa yorarken, son Öcalan açılımının tüm taraflarının arada dönüp Ali Kemal Özcan üzerinden denenen şeyi hatırlaması gerektiğini düşünüyorum. O deneyim, kişi olarak Özcan’ın neler yaşadığından ziyade Türkiye’nin bu en derin mevzusunun siyasi hedefler açısından araçsallaştırılması durumunda nelere vesile olabileceğinin anlaşılması açısından mücevher kıymetinde bir örnek.
Ömrünü Öcalan’ın metinlerini ve örgütünü çalışarak geçiren Prof. Dr. Özcan’a göre, Öcalan’ın açıklaması üzerinden ‘Kürt sorununu çözmüş gibi’ davranan devlet aklı krizde. Topluma doğruların söylenmesi gerektiğini savunan Özcan, YPG’nin silah bırakması illaki konuşulacaksa bunu Cem Yılmaz ve Yılmaz Erdoğan’ın, yani komedinin alanına bırakılması gerektiğini söyleyerek hicvin zirvesine tırmanıyor.
Hem hükümetin pozisyonunu hem de DEM Parti’yi bu kadar ağır eleştiren bir noktaya gelmesinin sebebinin artık İmralı kapısının kendisine kapanmasıyla bir ilgisi olup olmadığı soruma teşekkür etti. Zira aynı soruyu o da kendisine sormuş “Acaba kıskanıyor muyum?” diye!..
-Yakın zamanda televizyonlara çıkıp şunu söylemiştiniz; “Öcalan örgütüne silah bırakma çağrısı yapmaz. Ama o bu çağrıyı yaparsa ben de bugüne kadar söylediklerimle ilgili özeleştiri veririm.” Buradan başlayalım. Öcalan tam da bu çağrıyı yaptı ve örgütü de ateşkes ilan ettiklerini açıkladı. Özeleştiriye hazır mısınız?
Keşke özeleştiri verebilecek noktaya gelerek sevinmiş olabilseydim. Maalesef benim dediğim gibi oldu. “Silah bırakma çağrısı yapmaz ama örgütü fesheder” demiştim. Ateşkes demek silah bırakmak demek değil. Ateşkes demek ‘çatışma olmayacak’ demek. Ama asıl önemli olan boyut, Sırrı Süreyya Önder’in en sonda okuduğu not var ya, orada. İşte orada Öcalan “Fesih ve silah bırakmanın olması için yasal zeminin hazırlanması, yani demokratik siyasetin önünün açılması zaruridir” demiş oldu.
-Silah bırakmaları açısından sürecin o kadar hızlı olmayacağını, hiçbir şey olmasa 2013-2015 deneyiminden kalan külliyattan biliyoruz. Fesih için de PKK kongresini toplayacağını ilan etti. Ama o bile kendi içinde yasal riskler taşıyor heralde şu ortamda. Yani Öcalan sadece kendisi için değil o kongrenin katılımcıları açısından da mı yasal garantiler talep etmiş oluyor, o kısacık not üzerinden?
Şimdi… Fesihle ilgili bir kere pek sorun yok. Okunan bir sayfalık metin, Öcalan’ın 20 yıldır zaten teorizasyonunu yapmakta olduğu feshin özetidir. Aslında örgütünü 23 yıl önce 2002’de feshetti. “Benim kurduğum örgüt isyan örgütüdür, çözüm örgütü değildir. Ayrıca reel sosyalizmden mikrobunu kapan bir isyan hareketiyiz. Dolayısıyla fesih şarttır. Açmayan aşılır” dedi Öcalan. Yani teorik olarak fesih yapabilirler ama böyle giderse fesih de yapmazlar. O notta Öcalan ‘demokratik siyasetin yolu açılmazsa…’ göndermesi yaparken aslında kendisini kastediyor. Yanına giden 7 kişilik heyet, güya demokratik siyasetten kişilerdi. Yani onlar zaten siyasetin içinde. Zaten olan şeyi Öcalan bir daha niye istesin?
Ben Öcalan’ın düşüncelerini analiz ettiğimde görüyorum ki, o yapıların bir askeri örgütlenme olduğunu analiz ediyor. DEM Parti bugün emir talimat sistemiyle çalışan bir örgütlenmedir, öyle demokratik işleyişi olan bir örgütlenme değildir. Talimat, kendi içlerinden de geliyor, kendine ‘dağ’ diyen çevrelerden de geliyor. Ama asıl olarak talimatları kendi içinde şekillendiriyorlar bunlar. Ben size bir örnek vereyim: Geçenlerde dağdan gelen (‘komiser’ dedikleri) biri anlattı. Bu şahıs senelerce dağda kalmış, 7 yıl hapis yatmış… Oturduk, üç saat boyunca bana Ahmet Türk ekibi tarafından nasıl ovada tasfiye edildiğini anlattı.
-E tamam bu normal ve aslında tercih edilebilir bir şey değil mi? Yıllardır bunu konuşmuyor muyuz? Erdoğan’dan başlayarak tüm devlet yetkilileri DEM ve öncüllerine “PKK ile aranıza mesafe koyun” çağrısı yapagelmedi mi? O açıdan ‘ova’nın sözünün, ‘dağ’ın sözünün üzerine çıkması devlet tarafından arzulanan bir şey değil olmaz mı?
Yeni bir iktidar eliti oluşuyor. Ben ısrarla hep söyledim, bu insanları tanımam, yüz yüze görüşmelerim hiç yok. Ama işte bakın, Öcalan 23 sene önce fes etmiş örgütü ve bunlardan bir tanesi çıkıp “Örgüt zaten fes edilmiştir” dedi mi bunca senedir? Bu durumu en iyi örgütün kurucu kadroları arasında yer alan Ali Haydar Kaytan söylemiştir. Kendisi önemlidir çünkü, örgüt içinde Öcalan’dan sonra en eksilerdendir. “Biz önderliğe ‘evet’ deriz ama yapmayız” der. Bu gelenek 25 yıldır böyle çalışıyor. O yüzden ben bunlara ‘kripto yapı’ diyorum yıllardır. Bu demokratik siyaset yaptıklarını söyleyenlerin bir tanesinden, Kürt meselesinin ne olduğuna dair arka arkaya kurulmuş iki cümle duydunuz mu siz?
-Duydum da şimdi hepsini sıralamayalım. Siz binlerce sayfa yazdınız buna dair. Siz ilk önce kendi zaviyenizden Kürt sorununun ne olduğunu iki cümlede özetler misiniz?
‘Kürt sorunu’ denen mesele inkâr meselesidir. Tıpta ‘kök hücre’ diye bir kavram var biliyorsunuz. Sorunun kök hücresi Kürt inkârıdır. İnkârın kök hücresinin kök hücresi ise anayasanın 66. maddesidir. İnkâr, 66. madde ile 1924'ten bu yana 101 yıldır çakılı olarak duruyor. Bakın, Türk diye bir kavim var. Orta Asya ve Kafkaslarla birlikte toplayın, dünyada herhalde 250 milyona yakın Türk var. 250 milyonluk bir kavmin adını ‘ulus’ için kullanmak aslında felsefi manada Türklüğe haksızlık yapmak, Türklüğe hakaret etmektir. Dünyadaki örneklere bakalım. İsviçre mesela, dünyanın en güvenli ülkesidir, kantonları vardır, dört resmi dili vardır ama tek millettir. Almanya’ya bakalım, orada bile -ki özgün bir örnektir- anayasada “Vatandaşlık bağıyla bağlı olan kişi Almandır” demiyor. Bir birey, etnisitenin vatandaşı olmaz. Neyin vatandaşı olur? Devletin vatandaşı olur, kültürel bir kavramdır etnisite/kavim. Yani Türklüğün vatandaşı olmaz. Günlük dilde ben “Türk vatandaşıyım” diyenleri entelektüel –ve hukukî manada– değerlendiremeyiz. Orada denilmek istenen ‘Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı’ oluyor. ‘Türk vatandaşlığı’ kavramı önce Türklüğe daha sonra da Kürtlüğe saplanmış 101 yıllık bir hançerdir.
-Siz bir yandan da ‘tek bir ulus’ olabileceğini savunan bir akademik argümana sahipsiniz. Ama bütün etnisiteleri kapsayan bir ‘Türk vatandaşlığı’ yorumuna itiraz ediyorsunuz. Aradaki ama farkı anlatır mısınız?
Evet ben ‘tek ulus’ diyenlerdenim. Mesela, Amerika Birleşik Devletleri'nde 72 kavim var ama tek bir ulus var. İsviçre'de dört tane resmi dil var ama tek ulus var. Britanya'da dört tane meclis, dört tane milli takım, beş tane de bayrak var, ama tek ulus var. Britanya’da bunların hepsine ‘British Nation’ denir, yani bir kavmin ismi ulusun ismi olarak kabul edilmiyor. Öcalan aslında ‘Tek ulus, tek devlet, tek bayrak’a karşı değildir. Ve bu argümanını tartıştığım makale 2008’de, 2012'de de ilk Türkçe kitabımda (Öcalan’a Mektup) yayınlandı. Ben de bunu detaylarıyla çok yazdım. Şimdi uç bir örnek vereyim, ben bunu derslerimde de anlatıyorum. Eğer bir şempanze, iyi bir eğitimden geçirilir, kendisine pasaport verilir ve mesela bir otobüs şoförlüğü yapmaya başlarsa, o şempanzede Türkiye Cumhuriyeti'nin ulusundan biri olur, yani o devletin vatandaşı olur. Çünkü ulus vatandaşlar topluluğudur. Bir devlete vatandaşlık bağıyla bağlı olan vatandaşlar topluluğuna ‘ulus’ denir. Ulus etnisiteyle, kavimle, kültürle tanımlanmaz.
- “Öcalan’ın da zaten mevcut ulus tanımıyla sorunu yoktur”, bunu diyorsunuz.
Literatür tanımı ile sorunu yoktur. Ama sorun zaten ulusun tanımında değil, vatandaşlık ile etnisitenin bu kadar iç içe geçmiş olmasında, yani 66. maddede. Etnisite kültürel bir kavramdır, ulus idari/siyasi bir kavramdır. Dolayısıyla ‘tek ulus’ ile problem yok. Ama vatandaşlığın etnisite ile tanınmasında çok büyük problem var. Vatandaşlık ile etnisitenin bu kadar vahşi ve tehlikeli bir şekilde karıştırıldığı başka modern ülke yok. Türkiye bunun bedelini çok ağır ödüyor. Ben bunu daha önce de söyledim; Suriye’de Kürtler Esad rejiminde vatandaş yapılmıyordu, dolayısıyla Kürt de kalabiliyorlardı. İsmail Beşikçi’nin lafıdır yanılmıyorsam; Türkiye'de Kürtler her şeye oluyor ama Kürt olamıyor.
-27 Şubat açıklamasına geri dönersek… Öcalan’ın sanırım bugüne kadar bu kadar net söylemediği şey şuydu; “Aşırı milliyetçi savruluşunun zorunlu sonucu olan; ayrı ulus-devlet, federasyon, idari özerklik ve kültüralist çözümler, tarihsel toplum sosyolojisine cevap olamadı.” Bu cümleyle birlikte Öcalan kendi açısından mevcut ulus devlet yapısıyla bir sorunu kalmadığını teyit etmiş görünüyor. O açıdan bakıldığında bu hareket içindeki üniter devlet tartışması kesin ve net olarak bittiğini söylemek mümkün mü?
20 küsur yıl önce bitti, bugün tekrar bitti. Öcalan 20 yılı aşkın süre önce söyledi bunu, üniter devlete karşı olmadığını. Çünkü Öcalan bu konuyu çok iyi çalışmış. Zaten 20 yıl önce söylemiş olduğu bu şeyi, 27 Şubat 2025’te tekrar etti. Üniter devlet sorunu yok, Kürt kimliğinin inkârı sorunu var. Onu çözmenin formülü de bellidir, yıllardır yazıyorum.
-Eski Başbakan Binali Yıldırım’ın geçen söyledikleri çok gürültü kopardı. Binali Bey tam olarak şöyle demişti; “Devletimizin adı, Türkiye Cumhuriyeti Devleti. Anayasa'daki vatandaşlık tanımında 'Bu ülkeye vatandaşlık bağıyla bağlı herkes Türk'tür' diyor. Bununla ilgili 'Türklerden başkasına yaşama hakkı yok.' diyorlar. Öyle bir şey yok, bu bir millet tanımıdır ve bu milletin unsurları var. Vatandaşlık tanımı yeni anayasada elbette ki gözden geçirilebilir. Bir etnik kimliği tanımlamak, öne çıkarmak değil de vatandaşlığı, etnik kimliğinin kim olduğuna bakmaksızın vatandaşlığı önceleyen bir güncelleme yapılabilir. Bu bazı etnik grupların kendilerini ihmal edilmiş düşüncesinden kurtarabilir.” Bu sözler hükümetin kamuoyunu Öcalan’ın taleplerine hazırlaması olarak algılandı. Sizce öyle mi?
Nasıl algılandığını bilmiyorum. Fakat tekrar edeyim; Türk-Kürt ilişkileri sorununun 101 yıllık kök hücre sorunu, Kürtlerin cumhuriyette, vatandaş olduktan sonra da Kürt kalabilmeleridir. Gerisi teferruattır! Bunu önce anlamaya yanaşmayan sonra da çözümünden korkan/korkutulan, hele bunu bir etnik kompleks edip adeta bir paranoya eden her tür girişim, baştan ölü doğar. Zira, ne kadar kompleks kişilik katili ise en az o kadar da sosyalite katilidir. Ve bu, aslında hiç sosyolojik zemini olmayan Türk-Kürt ayrışmasına, bölünmesine, boğazlaşmasına kadar götürür bizi. Hele bir de hemen arkasına, “Ya biz Türk derken aslında herkesi kastediyoruz” gibi, insanların hem aklıyla hem haysiyetiyle oynayan, tabiri caizse bu ‘çifte hançer’, bin yıllık birliğin/ittifakın temelini dinamitler. Sonucunun da nereye varacağını şimdiden kestirmenin imkânı yok maalesef.
-Öcalan’ın açıklamasındaki muğlak konulardan biri de hareketin Suriye koluna yani YPG/PYD’ye bir çağrı yapıp yapmadığı konusu. Öcalan’ın tam ifadesi şu; “Tüm gruplar silah bıraksın, PKK kendini feshetsin.” YPG lideri Mazlum Kobani de bunun üzerine çıktı dedi ki, “Çağrı doğrudan bizim bölgemiz için değil”. Oysa Hükümet Sözcüsü Ömer Çelik tam tersini savundu. Açıklaması şöyleydi; “Bu feshetme çağrısı PKK, PYD, YPG, SDG hangi adla olursa olsun Irak ve Suriye'deki bütün uzantılarıyla terör örgütü silah bırakmalıdır ve kendi kendisini feshetmelidir demek anlamındadır.” Yani Ankara çağrının YPG’yi kapsadığını iddia ediyor, YPG ise kapsamadığını. Mazlum Abdi’ye de mektup göndermedi mi Öcalan? Sizce ne oldu orada tam olarak?
Herkes biliyor ki bu........
© T24
